14 Ekim 2015 Çarşamba

Telefonunu Değil, Kendini Güncelle


Ne zamandır kafamda dönüp duran konuları bir masaya yatırmak istedim.  Konular o kadar karışıktı ki, her telden bir şey vardı ceplerimde.. Ceplerime ellerimi usulca sokup, aldım ne biriktirdiysem. Ellerimdeki tüm malzemeleri masanın üzerine gelişi güzel dağınık bir şekilde bıraktım.

Eldekilerden ne tam hale gelir, neleri bırakmak gerekir.. Neler onarılıp, neyin onarılmayacağını şöyle bir gözden geçirdim. Çoğu eksi püskü, bazıları tozlu, bazısı ise "bu sefer olacak" deyip de, yine kursakta kalan lokma gibi.. O yüzden hepsini çöpe attım.   

Şöyle bir baktığımızda, geçmiş için hayıflanmak, gelecek için hayal etmekle geçiyor günler.. Şimdi'den eser dahi yok. Onu hep ya geçmişi ya da geleceğin nasıl olacağını tasavvur ederken kaybediyoruz. Ortada olmayan bir şey için, var olanı da kaybediyoruz. Peki nedeni nedir?
Kendimce bu duruma iki neden buldum;
İlk olarak tüketimi çok seviyoruz; ikinci olarak da ertelemeyi..

Çıplak geliyoruz sonra kıyafetlerle donatılıyoruz, yetmiyor "anneeee dolabımda hiçbir şey yok!" diye feryat figan bağırıp, kendimizi saracak, paketleyecek yeni "ciciler" almaya gidiyoruz. Bu artık hem kadın hem erkek için de su götürmez bir gerçek. Tüketim toplumuyuz, yalan mı?

Doğum gününde fotoğraf çekiliyorsunuz/ çekiyorsunuz şak o mecraya; şak bu mecraya.. Üstten, alttan, sağdan, soldan o anı yaşamak varken, kendinize özel tek bir an, anı bırakmıyorsunuz. Hiç böyle baktınız mı duruma? Şimdi diyeceksiniz belki de "sen niye burada yazıyorsun?" diye.. Ben burada kendi kendime konuşuyorum ve bundan da çok büyük keyif alıyorum.
Paylaşımlarım genelde düzensiz.. Aklıma esen konu hakkında kendimce gözlemlediğim çıkarımları burada sizlerle paylaşıyorum. Ne yani? Sadece bende mi kalsın? Paylaşımcı olmaktan şikayetçi değilim. Arada ben konuşuyorum, siz okuyorsunuz. İyi ki de okuyorsunuz! Bunun için ayrıca teşekkür ederim teker teker..
Haydi bir de ertelemeye bakalım;

Bedeni kapat, düşünceyi kapat, duyguyu kapat, kalbi kapat.. "Bugün şu işim var, yarın bunu yapmam lazım", Kendimi erteleyeyim canım ne olacak, zaten hep ben bendeyim. Ne zaman istersem ulaşırım." Yok birtanem, o işler öyle olmuyor işte.. Zarar gördükten sonra da kabuk bağlamaya başlıyoruz; "hayatım ben o kadar temkinliyim ki, sana tabi ki ne hissettiğimi söylemeyeceğim, yoksa tepeme çıkarsın"cılık oyunları devreye giriyor.  Bu tür oyunlar işte, insanları kendisine oyuncak etti. Oyuna yeni başlayan, kuralları bilmeyen de düşe kalka öğrendi. Baktı ki olmuyor, kuralı kendisine göre yeniden yazıverdi.

Ama oyun içerisinde mızıkçılık yapmayan, dürüst, gerçekten kalpten hisseden insanlar bir parmağı geçmeyecek olsa da oracıkta durmaktaydı işte.. Neydi ki bu insanların kendilerinden korkulmasına sebep olan? Daha önce hiç gerçek bir sevgi ile karşılaşmamıştı ondan, oysa ki tüm korkaklığın nedeni buydu. Alışık değildi gerçek sevgiye, dürüstlüğe..

Emin olamadı önce karşısındakinden.. "acaba"ların içerisinde döndü durdu, her virajda yeni bir "acaba" merhaba dedi şaşkın yüzüne.. Ama bilmiyor ki önce karşısındakinden değil, kendisinden emin olmalı insan.. Sen kendine ne kadar şeffaf davrandın? Kendini bile bile ne zamandır kandırıyorsun? Ne kadar izin verdin seni kandırmalarına?

Şeffaflık nerede? Aynaya bakınca kendini gerçekten net olarak görebiliyor musun? Dürüst ol, en azından kendine karşı dürüst ol, dene.. Gerçekten kim olduğunu, neyi isteyip istemediğini biliyor musun?

"Bir daha böyle yapmayacağım", "Bir daha bu kadar emek vermeyeceğim" ve daha nice keşke'ler silsilesi..  Kimi zaman pişmanlık, sitem, kendine kızma cümleleri peşi sıra dilden döküldü; kimi zaman öz o kadar ağladı ki, içeride yaşanan o duygular kasnak, kelimeler ise ilmik ilmik işlenen el emeği haline geldi. Öz ağladı, göz daha çok ağladı.

Bilmiyorum, "bu yazı bir pazarlama yazısı mı derseniz?" Nereden baktığınıza bağlı derim. Duygu tüketimi, kendinizi tüketmek (yapmadığınız, harekete geçmediğiniz veya size uymayan şeylere 'hayır' demediğiniz için) olarak ele alırsanız, evet bir pazarlama yazısı.  Her satırı dikkatle okuyun, her satırda binlerce paragraf var.  

Kendinizi sevilmek için olmadığınız gibi "sunduğunuz" için; kendinizle beraber her şeyinizi tükettiğiniz için.. İyi sunmak ve sevilmek adına, kendinize bunu yaptınız maalesef, farkında olarak veya farkında olmadan.. 
Korkmayın! 'Hayır' ın hafifliğini bir kere tattığınızda aslında karşınızdakinin içinden ne çıkacağını da çok daha net görürsünüz. O kelimeye nedense "işine gelmeyen" kimse tahammül edemiyor. Ya hakaret ederler, ya sizi korkak bulurlar, daha da kötüsü 'çıkarlarına uymadığınız için' başka yaftalamalara da maruz kalabilirsiniz fakat önemli olan da bu değil zaten..




Küçükken Yeşilçam filmlerini o kadar izledim ki, hatta yine de açar izlerim zaman zaman. Severim çünkü, seviyorum. O zaman ki şartlarda binbir emekle çekilmiş, burada yer vermek istediğim ancak kelimelerle ifade edilemeyen o naif  duygular o kadar güzel anlatılıyor ki. Özledikçe o duyguları, dönüp başa sarıyorum her bir filmi. "Ah Nerede", "Mavi Boncuk", "Kara Gözlüm", "Çiçek Abbas", "Selvi Boylum Al Yazmalım" daha akla gelmeyen niceleri ama hepsinin görüntüsü hafızalarda öyle değil mi?


Neyse, velhasıl kelam, o filmleri o kadar izledim, o kadar izledim ki.. Sandım ki herkes hep en zor anında etrafında  bir sürü dost bulur; en zor zamanında başını koyacak bir omuz bulup ağlar. Sandım ki, her sevgi en az oradaki kadar saftır. Sandım ki, hayattaki ve insanların kafasındaki değerler tıpkı o filmlerdeki gibi.. Öyle olmasına gerek yokmuş halbuki.


O kadar değinmişken, öylece bırakmayalım.. Belki daha duygusal bir video izlemek istediniz bu yazılardan sonra fakat ben birazcık gülün istedim. :)


 

İyi insanlar biriktirmişim, bir elin parmağını dahi geçmeyecek ender insanlar.. En zor anımda merak edip arayan, ilgilenen, desteğini ve yardımını esirgemeyen. Her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim. 

Duyguları tüketmeyin. Kendinizi de tükettirmeyin.

Kendinizi sevin, kendinize çok iyi bakın. Siz gerçek olmadıkça, "gerçek" olduğunu iddia eden her şey "sahte". 

Kimin sizin hakkınızda ne düşündüğü de umrunuzda olmasın. Kendini bile tartamayan, tartmaya cesareti olmayan sözlerin; sizleri tartmasına izin vermeyin.

Kimse için mükemmel olmayın; olmak zorunda da değilsiniz. Daha çok beklerler!

İçinizdeki gücü serbest bırakın.  Let it go!



Sevgiler,
Nihan.

22 Eylül 2015 Salı

İş Görüşmesi Nedir? Nasıl Olmamalıdır?



Bu sene yeni mezun olan veya olacak olan sıfır km çıtır mezunlar mutaka vardır, olacaktır.. İşte vakti zamanında çok da geç değil, ta ki 3 sene öncesine kadar ben de o sürüye katılan insanlardan biriydim.

Aramızda şanslılarımız mutlaka vardır.. Ne yapmak istediğini, nerede olmak istediğini veya okuduğu bölüm itibariyle geleceğine yatırım yapacak, var olan işini daha da geliştirecek kişiler. Kısaca, nereye gideceklerini bilenler.

Sorsanız kaçı mutludur bu durumdan bilmiyorum, araştırmayı da pek düşünmedim çünkü herkes kendi hayatının dümeninde. Nereye isterse, dümeni oraya kırma özgürlüğüne sahip.

Buraları geçiyorum. Konuya kısa bir giriş yapmamı sağlayan yazıdan ibaretti. Kısa bir paragraf gibi.

İş görüşmeleri, işe başvurmalar malum iş potansiyeli olan belli başlı sitelerde cv hazırlama, sonrasında o işlere başvurma.. O işlerden ezbere mail kutularına düşen "İlgilendiğiniz için teşekkür ederiz. En kısa zamanda dönüş yapacağız." diyerek dönüş yapılmayan ve içerisinde zerre samimiyet ve dürüstlük barındırmayan mailler silsilesi.. Biz sizlerle ilgileniyoruz da, siz bizlerle niye ilgilenmiyorsunuz canısı?

Bu mailler silsilesinin bir de tanıdık silsilesi de mevcut. Hatta en büyük mahalle baskısının çekirdekten yaşandığı, muhteşem ailelerimiz. :)

Ben bu konuda dürüst olacağım, işe giremediğim için endişelenildi ancak hiçbir zaman herhangi bir aşağılanma durumuna ailem tarafından maruz kalmadım. Bu noktada haklarını yiyemem. Sezar'ın hakka Sezar'a. Ancak, duyduğum, duymakta olduğum, ister istemez bir şekilde dışarıdan maruz kaldığım çok fazla durum var.

Neyse konumuza tekrar geri gelelim. Nerede kalmıştık? Heh! Tanıdık silsilesi ve aileler.. Evet efendim, görüldüğü üzere insanların üzerine karabasan gibi çöken iki ayrı yol. Biri oradan çekiştiriyor; biri buradan çekiştiriyor. Gerildikçe geriliyorsunuz. Çünkü, sizi çekiştirmekle o kadar meşguller ki, kendi gürültülerinden sizi hallaç pamuğuna çevirdiklerinin farkında bile değilller.

Kendi seslerinde, endişelerinde, haklılıklarında, gürültülerinde o kadar boğulmuş bir haldeler ki, sizin ne halde olduğunuzu ve ne hale geldiğinizin farkında bile değiller; ta ki siz avaz avaz çığlık atıp, sesinizi yükseltinceye kadar!  Çığlık attıysanız daha da fena "Biz senin için uğraşıyoruz! Kızım/oğlum çalışmayacak mısın? O kadar okudun" bu cümleyi kendi ailenizin sesi gibi değiştirip, size en uygun olacak şekilde de okuyabilirsiniz. Ne de olsa, onlar aynı.. Anne ve Baba. Kafalar bir yerden sonra çete gibi aynı şekilde işliyor. Ufaktan kemire kemire yeyip bitiriyorlar sizi.

Bu arada hak dağıtmaya devam ederken şu noktayı da atlamayayım. Hemen yukarıda yazdığım cümlenin aynısı birebir bana, her sabah, öğlen, akşamüstü ve akşam yemeğinde düzenli olarak temcit pilavı gibi önüme sunuldu. Ancak bilmiyorlar ki, Papaz her gün pilav yemez. Bir yerden sonra duyarsızlaşmaya başladım.

Anne ve Babaya  tabi ki ailenin güngörmüş diğer büyükleri de eklendi. E tabi onlar araya evlilik gibi bir çılgınlığı da eklediler. "Ben daha kendimi geçindiremiyorum, ev mi geçindireceğim! Başka bir boyunduruk altından çıkıp; başka bir boyunduruk altına mı gireceğim! Gerçekten çıldırmış olmalılar!" diye düşündüm ve haklıydım, biliyorum. Hala da aynı düşünüyorum orası ayrı bir nokta.

 Konuyu uzatmadan iş görüşmeleri(!) deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. İş görüşmeleri de en nihayetinde, karşındaki kişiye, verilen işi yapabileceğini kurduğunuz cümlelerin kıvraklığıyla çay/ kahve veya ilk görüşmeniz ise bir bardak su eşliğinde geçtiği süreçtir. Ömürden ömür götürür; kulaklarda uğuldama, el ve ayak terlemesi, yüz kızarrması, iki kelimeyi bir araya getirememe ilk görüşmelerde sıklıkla rastlanır. İstisnalar vardır, onu es geçiyorum.

 Beterin beteri var niteliğinde, kendi iş görüşmelerimi belli yerlere gelmiş ego patlamalarını anlatmayı ve sonuna da mutlu son eklemeyi düşünüyorum. İş görüşmeleri de bir nevi kendini pazarlamadan ibaret değil mi? İnsan bir konuda ne kadar yeteneksiz olur, en canlı örneğiyim.

Arkadaşlar korkmayın! Bunların hepsi bir deneyim ve bir gün eminim onlar beni hatırlamasalar bile, günün birinde kendilerinden böyle bahsedileceklerini bilmiyorlardı.

İlk görüşmem bir dergi ile oldu. Çok sevgili tanıdık silsilesi sayesinde. Bir yerde aracı olan kişiye karşı bir gıcıklığı var herhalde diye düşünüyorum, öyle düşünmeye başladım. Hemen konuya dönüyorum. Aynı kişiye görüşme ayarladığı herkes gıcık oluyordu ki herhalde, hıncını benden aldılar.

Belirtilen saatte sabah 10'da iş yerinde oldum. Benimle görüşme yapacak kişiyi bekliyorum. Gittiğim yerde Küçükçekmece, Bostancı'dan gidiyorum onu da dipnot olarak düşeyim. Gittim, sekretere derdimi anlattım. "X Bey henüz gelmedi, bir arayın isterseniz" dedi. Bir de ne duyayım uykudan yeni uyanmış bir ses, "Saat kaç? Aa geldiniz mi? 12'ye çekelim ancak gelirim" dedi. Gitsene evine Nihan!

12'ye kadar bekledim.. Zat-ı şahaneleri geldi. Geçti masasına, bende karşı koltukta oturuyorum. Siyah beyaz tabi ki kıyafetler, aksi bir renk düşünülemez. CV'mi istedi, uzattım. Yavaş Yavaş çeviriyor, dosyaları.. Dosya içerisine de diploma çıktısını ekledim, "ekle" dediler diye..

Zat-ı şahaneleri, özenle diplomayı dosyadan çıkardı. Tam ortasından diplomayı işaret ve baş parmağıyla yukarı kaldırıp; bir ileri bir geri sallayarak " Kaç paraya aldın bu diplomayı?" dedi.  Bu görüşte olanlarınız var ise; okulu arayıp sorabilirsiniz ilk 10'da bitirdim bölümü. Sağlam bir inektim hep ama zekam, becerim ve yeteneğim 3 saatlik sınava ve bu kıvamdaki insanlar tarafından hakaret yeme ölçeğine göre düzenlendi.

Tek günahım arkadaşlar, özel okulda okumak. Ben 2007 yılında üniversite sınavına girdim. 2008 yılında üniversite sınavına girip, benimle aynı puanı alan kişi İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdi. Bu da dipnot olarak burada dursun.

Olacak olan iş görüşmelerine de ben gitmedim. Çünkü, o sırada başka bir yerde çalışıyordum. İnsanlar beni yarı yolda bırakmadıkça; ben kimseyi bırakmam. Öyle bir düsturum var. İyi mi kötü mü bilmiyorum fakat ben bu huyumu seviyorum. 

En can alıcıları sizlerle paylaşıyorum. Yoksa arada reklam arası gibi daha çok çaylık kahvelik iş görüşmeleri var.  Hakarete uğradıklarımı anlatıyorum ki; sizlere yapmaya yeltenirlerse alın diplomanızı ağızlarının ortasına sokun! o zaman bir tadına varsınlar, o diplomayı kaç paraya aldığınızın. Çünkü, açken kendileri gibi değiller. Ruh emici gibi, yaşam enerjinizi 15 dakikada çekip alıyorlar.

Bir sonraki ise,  bu sene Nisan ayında Türkiye'nin önde gelen şirketleri tarafından yapıldı. Aracı kişi tarafından özgeçmişim iletildi. Daha tezi yazıyorum, herkes benim iş derdime düştü.  "Ara şu saatte seninle konuşacak" dedi. Aradım, tık yok. İki hafta salladı beni saçma sapan bahanelerle. En sonunda aldığım cevap "Siz bana CV'nizi bir yollayın ben bakayım. Size geri dönüş yapayım." Ben zaten iş bulma sitelerinden markalara kendim de CV gönderiyorum, sana ne gerek var bunun için?

"CV'ni gönder" cümlesini duyunca da bu geliyor aklıma.. Neden mi? Çünkü biliyorum ki, gerisi koca bir sessizlik..





Bu sefer çay/kahve içmek, karşılarına geçip egolarını parlatmaları için onlara fırsat vermemeyi düşündüm. Sonra dedim ki, neden olmasın? Yüzleşmek daha iyi olabilir miydi? Belki de.. Bunu bilemem ama şunu biliyorum ki, parmağımı kıpırdatacak kadar bir enerji bile harcamak istemiyordum.

Onlar için enerji harcayacağıma, deveye hendek atlattırırım daha iyi. En azından başka anlamda bir zoru başarırım. Böyle pestenkerani bir olayın içerisine daha sokamazdım kendimi. Kendime yazık, bana günah..

Yüzlerine karşı söylemek istediğim binbir tane şey var.. Tüm bu anlattığım ve gelecekte dahi karşıma çıkmasını öngördüğüm bu ayardaki kişilerin suratına videonun sonundaki gibi güzel dileklerimi iletiyorum. Ayıp be!

İsmail Abi kadar titriniz bile yokmuş, o kadar konuşmamıza bile izin vermediler.





En son yine aynı kişi aracılığıyla başka bir yere CV göndermem istendi. Bu sefer ipler bendeydi, bende olmalıydı. Ve de öyle oldu.

İstedikleri CV ise, olduğu gibi onlara ne olduklarını tüm çıplaklığıyla tam olarak  göstermeliydim.

CV'yi göndereceğim mail adresi geldi. Açtım kalbim kadar temiz bir word dosyası, Google'da salatalık görselleri aradım ve de sizlerle CV içerisinde yer alan görseli paylaşmayı bir borç bildim. Buyurun aşağıda;


Çat diye yapıştrdım, bir paragraflık kısa ve anlamlı bir yazı ekledim. Bu CV Türkiye'nin en önemli yerine gitti, bunu da dipnot olarak düşeyim.   Çat diye yine aynı kararlılıkla gönderdim. Biliyorum, yine ego tatmini; kibar ve samimiyetsiz soğuk tavırlarla karşılaşacağım. Dedim ki, hep kibar oldum, aşağılandım. Alt tarafı edepsiz, terbiyesiz derler. Ben kendimi bildikten sonra, kimsenin ne düşündüğü umurumda değil.

Tabi hikaye hep kötü sonla bitmiyor. Şu an yüksek lisans yapmamı sağlayan ve bana gerçekten bir şans tanıyıp; beni yargılamadan olduğum gibi kabul eden, seven ve beni ajans ailesi içerisine dahil eden Ajans Başkanıma birde buradan teşekkür ediyorum.

Okul için işten ayrılmak zorunda kalırken kendisine de söyledim; buradan bir kez daha yineliyorum. Bana güvendiğiniz, yolumu açtığınız, desteklediğiniz için.. Hayat yolumu çizmemi sağladığınız,  yolumu aydınlattığınız  ve tüm emekleriniz için çok teşekkür ederim! 

 Sizi görebilecek, fark edebilecek iyi insanlar da var, bakın hemen yukarıda anlattım. Umutsuzluğa asla kapılmayın.. Hikaye mutlu sonla da bitiyor, gerçek hayatta da oluyor. :)

Kendiniz gibi olun, sizi mücevhere dönüştürecek kişi zaten sizden anlıyor.

Sevgiler,
Nihan.






























17 Ağustos 2015 Pazartesi

Değiş Ton Ton! Hop Hop!


Yeniden merhaba diyerek  yazılarımı okuyan okurlarımı, ilgisini çektiğim kişileri öncelikle selamlıyorum ve vakit ayırdıkları için de ayrıca teşekkür ediyorum.

Uzuun, epey uzun bir zaman bir şey yazamadım, yazmadım. Bahane sorarsanız eğer, insan kendisini kandırmak istedikten sonra bahane çok fakat bir sürü bahaneyi buraya tabi ki sıralamayacağım.

Bu kadar yazmamanın verdiği etkiyle sosyal medya, reklamlar, neler oluyor neler bitiyor her birini izledim, elimden geldiğince takip ederek doğru yorumlamaya çalıştım. Bu konuları durup da "bugün şunu yazayım" diye belirlemiyorsunuz yani kendi adıma konuşacak olursam, ben öyle yapmıyorum. Bir şekilde ne hakkında yazmam gerektiği kendi kendine oluşuyor. Oluştuktan sonra da biraz da demlemek kalıyor ki, damaklarınızda yavan bir tat bırakmasın diye..

Gözlem.. en sevdiğim ve en önemli özelliğim olduğunu düşündüğüm yeteneğim.  İnsanları, etrafı izlemeyi ve gözlemlemeyi seviyorum. İşte bu gözlem de bana bugün ki konuyu yazmam için bir olanak sağladı. Yavaş yavaş girizgahımı kapattıktan sonra "aman canım bu muydu yani? e bunu bizler de biliyoruz zaten, yeni bir şey değil" diyeceğiniz hisseder, hatta ilerleyen zamanlarda da duyacak gibiyim.

Konumuz, pazarlama ile gelişen ve pazarlamanın el attığı başka bir unsur olan kadın ve kadına yönelik güzellik algısının yıllar geçtikte, pazarlamanın dinamiklerine göre belirlenmesi  ve "şöyle kadın güzeldir", "böyle kadın daha güzeldir", bazısı da der ki "kadın doğal hali ile güzeldir" e haydi canım şimdi birbirimizi kandırmayalım.. Doğallığı seven insan sayısı -hele ki günümüzde- kadın veya erkek fark etmez, oldukça az. Bunu bir ortamdaki konuşmalardan, etrafınıza şöyle bir göz attığınızda gördüğünüz yapaylıkları fark ederek de kolayca kavrayabilirsiniz. Ancak, şuranın da altını bir çizelim ki, demiyoruz ki efendim bakımsız olmayın.. Bakımlı tabi ki olun ama öncesinde kendinizi olduğunuz gibi kabul edin. Detayların hepsi geliyor..

Durup düşündüğünüzde dünya aslında kadınlara çalışıyor.. Erkeklerin de yavaş yavaş fark edilir olduğu bir gerçek fakat kadın kadar değil. Her şeyden önce insan psikolojik bir olgu ve bu olgunun psikolojisini pazarlama yaptığınızı hissettirmeden organik bağ ile  kendinize bağladıktan sonra zaten gerisi çorap söküğü gibi geliyor.

Kadının parfümü, aksesuarı, çantası, ayakkabısı, makyaj malzemesi gibi gibi bir sürü şey ile bağlantılı ve bağımlı olduğunu görebiliriz. Bir de kadının dış görünüşü. Kilolu olmasın, belli hatlara sahip olsun, saçı uzun olsun'dan tutun da.. ; sabah kalktığınızda ise bir bakmışsınız kadın altın orana sahip olsun, kıvrımlı olsun, saçı kısa olsun.. Aaaa n'oldu trend değişti! haydi spor salonunun yolunu tutalım, vücut kıvrımlı olsun diye squat yapalım.  Kadın adeta her an, her gün, her yıl şekil değiştiren bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Bir bakıyorsunuz yılın en seksi mankeni "belirlenen ideal ölçüler"deki kadın olmuşken; bir başka yıl bakıyorsunuz "belirlenen ölçülerdeki en balık etli" kadın olmuş. E peki nereye kadar? Ta ki uyanana kadar, eh tabi eğer uyanmak istiyosanız.

Bakın gerçekten çok ilginç, sporlardaki sponsorluk gelirleri bile en başarılı kadına aktarılmıyor.. Yine spor yaparken en dişi gözüken, en cazibeli kadına veriliyor. Bu da kadının aslında zihinlerde çok öncelerden belirlenmiş bir güzellik algısının tohumlarının atıldığını, hem kadın hem de erkek zihninin bu tohumun yarattığı zehirli sarmaşıklar ile ele geçirildiğinin apaçık ortada olduğunu görüyoruz. Kısacası, güzellik yanılgısı.. Sokrates Dergisi'nde de ele alındığı gibi asıl noktalardan bir tanesi de erkeklerin zihnindeki "ideal kadın" normları.. Ancak bu bile her geçen gün değişiyor fakat değişmediğini de her yılbaşı gecesi Victoria's Secret defilesini izlemek için ekran karşısında ağızları bir karış açık kalarak izleyen erkeklerin hatta "onların" güzellik anlayışına hitap etmiyorsanız sizi "kız kardeş, kanka, asker arkadaşı" gibi görmeleri suretiyle, bu muhabbetin daha başka yanlarına da tanıklık etme şerefine (!) de nail ediyorlar.



Pazarlama görünüşümüzü nasıl değiştirdi peki? Bizler ne ara kendimizi sevmeyen, illa ki o çok beğendimiz insanlar olma uğruna bu kadar reddetik? Aynada her sabah kendimizle karşılaşmamıza rağmen, kendimizi neden bu kadar es geçtik? Sahi hiç mi sevmedik kendimizi?

Kendini sevmeyen insan, istediği kadar estetik yaptırsın, istediği kadar fit olsun ve istediği kadar  bakımlı olsun.. Bunların hepsi, kendisiyle baş başa kaldığı anda tıpkı çok güzel renkte olan bir balonun aniden sönmesine benzer. Sen kendini sevmiyorsun ki! Sen illüzyonu seviyorsun.. Olmak istediğin kişiyi seviyorsun. Hemen dipnot düşeyim, burada kimseyi hedef almıyorum, herkes istediğini yapsın ama bırakın da ben de kendi gördüğüm gerçekleri şurada rahatça bir paylaşayım. Başka bir dipnot daha, insanlar gerçeği sevmez.

Buyurun küçük anektodlarla hep beraber görelim, güzelliğin dönüşümünü..

Varan 1: "Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, kadın imajı önemli ölçüden değişti. Dr. Charles Russell'ın 1753'te yayınlanan The Uses of Sea Water adlı kitabındaki iddialarıyla deniz suyu sağlık kaynağı olarak görüldü. Her yanı örten kullanışsız mayolar yerini 1900'lerin sonlarına doğru ince tek parça mayolara bıraktı".

Varan 2: "George Vigarello 1880'den sonra birçok Avrupa ülkesinde ve ABD'nin birkaç eyaletinde jimnastik derslerinin zorunlu hale getirildiğine dikkat çeker. Bununla beraber, birçok ülkede kadınların oy hakkı talep ettiği dönemde korselerin ve kabarık eteklerin oldukça kısıtlayıcı olduğu hissi yaygınlaştı. Trend belirleme gücüne sahip terziler kadınların görüntüsünü güzelleştirdi. Paul Poiret tarafından tasarlanan elbiseler vücudun doğal hatlarına uygundu; Gabrielle "Coco" Channel adı altında kısa ve kesinlikle özgürleştirici bir şekle büründüler."



Varan 3: "Elizabeth Arden bir isim olmaktan ziyade bir marka niteliği taşıyordu. Arden 1881'de Florence Nightingale Graham adıyla dünyaya geldi. Bayan Adair cilt bakımından ziyade cilt manipülasyonunda uzmanlaşmıştı. Florence Graham, Adair'den çok şey öğrenmişti. Florence ufak çapta cilt bakım kremi üreten Elizabeth Hubbard ile ortak olarak bu yolda bir sonraki adımı atmış oldu. Kremin egzotik bir ismi vardı: Grecian. Dikkat çekici ambalajı ve reklamları üst düzey piyasayı hedef alıyordu ve bunun sebebi salonlarının Beşinci Cadde'de yer almasıydı"

Peki buradan neyi kavrayabiliriz? Mark Tungate'in elinden çıkan ve kaynak olarak da belirttiğim bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Şimdi ise gelelim, Varan 3'ün barındırdığı "güzellik notları"na..

  • "Kadınların yaşlanma belirtilerinin utanılacak bir şey olduğuna ama yavaşlatılabileceğine inandırmak için abartılı hikayeler kullandı."
  • "Reklamları ve kliniğiyle bilimi bakım ve arzuyla birleştirdi."
  • "Kadınların yaşlanma korkularını artırarak milyonlar kazanma yeteneği günümüz güzellik sektörünün başlıca unsuru oldu."

Evet, kırışıklar.. Kırışıklıklar, kaz ayakları.. Bu sadece güzellik anlayışını değiştirdiği bir başka nokta.. Diğerlerine de girersem eğer blog yazısı olmaktan çıkacak konu, o yüzden mümkün olduğunca kısa yollardan dolaşmaya çalışıyorum.

Doğduğunuz andan, yaşamınızın sonlanacağı ana kadar yaşadığınız mutluklar, üzüntüler,  hayal  kırıklıkları ve daha nice duyguyu barındıran  ve o "istenmeyen" olarak işaret edilen o kırışıklıklar.. Bırakın her yaşın bir güzelliği yok mu? e hani vardı?

Ayna karşısında kendi kusurlarınızı bulmaktansa, ayna karşısına her geçtiğinizde kendinize bir öpücük gönderin, göz kırpın -evet biliyorum okurken komik geliyor fakat bir sabah bunu yaptıktan sonra, gününüzün de nasıl daha güzel geçtiğinize şahit olacaksınız- saçınızdaki tokayı çıkarırken bile kendinize nazik davranın, "of şuram şöyle, buram böyle" diyeceğinize kendinizi kabul edin. Ayna karşısında kendinizi sevin. Ancak bunu inanarak ve içinizden gelerek yapın.

Tabi ki ve elbette kilo olarak fazlalığınız olduğunu düşünüyorsanız spor yapın, beslenmenize özen gösterin. Bedeninize iyi davranın. Bakımlı tabi ki olun, kendinize saygınız için.

Kısacası, siz kendinizi sevdikten sonra bu dayatma güzellik algılarına kulaklarınızı tıkamaya başlayacaksınız.

"Bu hayatta garip olan tek şey, herhangi bir farklılığı garip bulmaktır." diyor Sevgili Ayşegül Didem.. Devamı ise, bir "tık" kadar yakın. Haydi durma, bugünden başla!





Sevgiler,
Nihan.




Kaynak: Sokrates Dergi http://www.socratesdergi.com/2015/07/22/guzellik-yanilgisi/, Mark Tungate Pazarlama Görünüşümüzü Nasıl Değiştirdi, MediaCat, İstanbul, 2012.


22 Mayıs 2015 Cuma

LG G4 ile Mükemmel Görün, Mükemmel Hisset!

LG G4, F 1.8 diyafram aralığı ve 16 MP kamera özelliği ile düşük ışık ve portreler için ideal olan ultra-parlak lensi kullanarak muhteşem netlik ve ayrıntı ile parlayan harika-profesyonel görünümlü fotoğraflar çekin.
G4'ün teknolojinin son harikası, kızılötesine duyarlı renk spektrum sensörü, bir fotoğrafın çekilmesinden bir kare önce tüm görünür ışığı analiz eder ve ölçer ve bu sayede bir fotoğrafın renklerinin düşük ışık koşullarında dahi doğal ve canlı görünmesini sağlar. Aydınlık ve karanlığı ayarlayan kamera ayarlarını düzenleyerek her anı bir sanat eserine çevirin, hareketleri daha hızlı dondurun ve daha iyi düşük ışıkta fotoğraf çekin. G4'ün lazer otomatik odaklanma özelliği ve kamera titremesini azaltan gelişmiş bir görüntü sabitleyicisi olan OIS 2.0 ile hızlı ve net fotoğraflar çekin.
Mükemmel selfie'yi yakalamak için ideal olan bu sınıfının en yüksek kalitesine sahip 8 MP ön kamera, LG'nin eğlenceli ve kullanımı kolay Hareketle Çekim ve Tanıma özelliklerini barındırıyor.
IPS Quantum Ekran, zengin ve orijinal renklerde ve şaşırtıcı düzeyde aslına uygun yüksek kontrastlı canlı görüntüler üretir.  Ayrıca, ekranın gün ışığında kolaylıkla görünür olmasını sağlamanın yanı sıra, pürüzsüz ve hızlı tepki sağlayan In-cell Touch Display teknolojiden de yararlanır.
Sanatsal bir hassasiyetten esin alan G4'ün birinci sınıf arka kapakları metalik gri, seramik beyaz, parlak altın ve buğday deri şeklinde sunulmaktadır. Şık renkli arka kapaklar, dokusal olarak işlenmiş diziler şeklinde ayırt ediciliğe sahiptir ve deri seçenekleri, özel iplikle dikilmiş bir dizi ayırt edici renk ve özellik ile sunulmaktadır.
Detay için: http://www.lg.com/tr/smart-phones/lg-LGH815TR
Bir boomads advertorial içeriğidir.

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Nasıl Kişisel Marka Olunmaz?



Marka olmak artık çok kolaymış gibi görünse de aslında marka olmak, kişinin en uzun ve en önemli yolculuğu.. Bu sene yüksek lisans eğitimimi tamamlayacağım ve tezim Kişisel Markalama Süreci üzerine, bu konuya yoğun bir ilgi duyduğum için özellikle konu üzerinde uzmanlaşmak istedim. Ancak gelin görün ki, olay kitaplarda anlatıldığı ve de öğretildiği gibi değil.. Böyle olduğunu da yardımlarını ve rehberliğini esirgemeyen, bana sabır gösteren çok değerli bir insan tarafından öğrendim, öğrenmeye de devam ediyorum.

Öncelikle kendi tezimi çürütecek şekilde ilerleyeceğim için, ufak bir anektodla konuya giriş yapmak istiyorum. Bu arada kendi tezimi teslim ettikten sonra, anahatlarıyla burada da yer vereceğim..

Anaokulundan başlayarak kalıplara sıkıştırılmaya çalışılmam, yaramazlık yapıyorum diye her Allah'ın günü cezaya bırakılmam, kurallara uymuyorum diye yaramaz ve "arkadaşlarını baştan çıkarıyor" olarak etiketlenmem, hayatımın ve hatta kendimin özüne indirilmiş en büyük darbedir anaokulu yıllarım sayın ve çok sevgili okuyucular..  Heba edilen, çocukluğumdan çalınan koskoca 2 sene!

Daha dışa dönük bir çocukluk yaşamama rağmen, hayatımın uzun bir dönemini içimdeki o küçük çocuğu bastırmama sebep olan, sessiz sakin hatta hiç konuşmayan ve hatta bu nedenle çokça yanlış anlaşılan, duygularını ifade edemeyen, gösteremeyen biri olarak sürdürmemi sağladığınız için de teşekkürü bir borç bilirim çok sevgili öğretmenlerim(!)

Halbuki, öğretmenimin beni iyi gözlemleyemediğini düşünüyorum. Neden? Çünkü, çocuk dediğin uslu olur, yaramazlık yapmaz, söz dinler, arkadaşları ile iyi geçinir, bağırmaz, koşmaz, asla terlemez, sadece siz beslediğinizde yemek yemek ister, meyveyi sebzeyi sevmek zorundadır özellikle de karnabaharı.. Bu  nadide sebze yemeğini yemiyorum diye - tam da anlattığım gibi - ağzıma kaşık kaşık dolduruşu ve benim sonrasında her yeri batırarak istifra etmem ve yine cezaya kalmam. Neden? Çünkü yemeği yemedim, itiraz ettim halbuki ben o sebzeyi sevmek zorundayım(!) e bir de üstüne her tarafı mahvettim, potansiyel suçlu kim? Tabi ki Nihan! Kısacası,  yönetebileceği, ipleri her an elinden olan bir çocuk hatta ve hatta daha net bir şekilde söylersek, bir kukla istiyordu kendisine..

Yönetemeyince de odaya kapatılan, güya zaptırapt altına aldığını sandığı kişi ben oluyordum. Halbuki, benim üzerime vurduğu kapı kilidini, kendi iç sesine de farkında olmadan eş zamanlı olarak vuruyordu..



Öğretmenime kızıyor muyum? Hem evet hem hayır.. Kızmamamın nedeni, O'nun da bu kalıplara sokularak yetiştirilmesiydi. Hemen çocukluk belirtileri gösterdiğinde bana verdiği cezaları, bir aşağı bir yukarı hızlı hızlı salladığı işaret parmağı, onun ebeveynleri tarafından da, onun ebeveynlerine de kendi aileleri tarafından yapılmıştı.. Bir yerde ne gördüyse, neyi kodlarına ve bilinçaltına eklediyse aynılarını da benim üzerimde deniyordu. Kızmamın sebebi ise, aynı gördüğü ve alıştığı gibi davranmasıydı. O bir öğretmendi ve elinde hiç işlenmemiş bir maden bulunuyordu. O madeni yetenekleri doğrultusunda yönlendirse, yahut nasılsa öyle bıraksa belki kömüre, kömürden de elmasa dönüşecekti.. ve elmasa dönüşmesi, bu kadar da beklemeyecekti.. Neyse ki, geç oldu fakat güç olmadı..

Demek istediğim, size kendi düşüncelerini empoze eden ve sizi, siz olmaktan çıkarıp, değiştirmeye çalışan tüm marka danışmanlarından uzak durun! Hatta -gerçek diyemeyeceğim çünkü gerçek çok başka- bulunduğunuz illüzyonun içerisinde dahi sizi değiştirmeye, sizi olduğunuz gibi kabul etmeyen her şeyden ve herkesten uzak durun..  Çünkü, siz zaten doğuştan bir markasınız! Tek yapmanız gereken, kendinizi bulmak ve gerçekten sizi anlayan, size rehberlik edecek şekilde davranacak olan bir marka danışmanı ile çalışmayı farketmeniz.


Marka nedir? Amerikan Pazarlama Birliği’nin (AMA) tanımına göre; ‘Marka; bir isim, terim, işaret, sembol ya da diğer göstergelerin bir satıcının ürününü diğerlerinden ayırt edici nitelikte olmasıdır’. Bu tanımlama; markanın gerek satıcılar gerekse alıcılar açısından taşıdığı öncelikli değeri ifade etmekte ve bir ürünü diğerinden ayıran marka yaratmanın anahtarının isim, sembol, işaret vb seçebilmek olduğunu belirtmektedir. Diğer bir deyişle marka, bir ürünün rakip markalardan farklılaşmasını göstergeler aracılığı ile sağlamaktadır. Bugün bir Koç Holding'in ya da Sabancı'nın logosunu gördüğünüzde zihninizde ilk uyanan duygu nedir? Kendi adıma her ikisi için de ayrı ayrı cevaplarsam biri güç, diğeri ise güveni temsil eder.

Kişisel markalama da aslında insanların zihninde oluşturduğunuz duygu ve verdiğiniz imaj, kelimeye dökersek ise, itibarınız ile ilintilidir. Ticari bir markanın adımları bellidir ve markalama süreci bir piramitten varolagelmektedir. Bir markanın bilinirliği tanıma ve/veya farkındalık meydana geldiği zaman oluşmaktadır. Mesela; eczanenin önünden geçerken yeşil beyaz renkte bir ilaç kutusu görmemiz direkt olarak Aspirin'i akla getirirken yani tanıma ortaya çıkarken ; acıktığımda ve hemen yemek yeme ihtiyacı olduğu zaman aklıma bir fast food zincirinin gelmesi veya susadığım zaman Coca Cola içme isteğimin olması yani farkındalığın ortaya çıkması, marka bilinirliğinin artmasını sağlamaktadır.


Ticari markalara uygulanan bu piramid, ne yazık ki kişisel markalama süreci içerisinde kullanmak için hiç de uygun değildir. Çünkü, insan bir ürün değil, bir varlıktır. İnsanın doğası ve özü doğuştan gelen özelliklerle doludur ve bu özelliklerin bu kategorilere sığdırılması pek de mümkün değildir. Kişisel markalama, tıpkı insan doğası gibi, doğal bir süreci ifade etmektedir. Çünkü siz bir ürün değilsiniz, sizin kendinizi olmadığınız gibi göstermeniz, tanınmanızı sağlar ancak şöhret olmaktan bir adım öteye geçemezsiniz.

Marka olmak ile şöhret olmak arasındaki ince çizgi de buradan gelmektedir. Marka, sürdürülebilirdir, uyandırdığı bir itibar vardır ve insanlar bu markaya ulaşmak ister. Şöhret ise, sürdürülmesi en zor olanıdır. Zamanın koşulu için de sabun köpüğü gibi bir anda varolursunuz, ancak güneşli hava gider yerine sağanak yağmur gelirse, e bir de zamanın koşulları da değişirse, sabun köpüğü gibi kaybolup gidersiniz. Öncelikle buna karar vermeniz gerek. Marka mı olmak istiyorsunuz, yoksa şöhret mi olmak istiyorsunuz? Aradaki fark çok basit ve tercih tamamen sizin..

Kişisel marka olmak istemiyorsanız nasıl davranmalısınız? yukarıda paylaştığım piramidi birebir kendi üzerinizde deneyebilirsiniz ve nasıl başarılı olamayacağınızı da böylelikle ölçümlemiş olursunuz. Kısaca kendinizi var olan bir kalıp içerisinde kurgularsanız, kendi benliğinize ve kendi özünüzü de bastırmış olursunuz. Dünyada..  hatta önce iğneyi kendimize batıralım, bu kadar başarısızlık gözümüzün önünde o kadar çok oldu ki.. Bugün hala niye bir David Beckham etkisi hala var düşündünüz mü? Yahut neden ülkemizden bir marka çıkmıyor, bunu da hiç düşündünüz mü?

David Bechkam marka olurken kendi doğasından, kendi özünden farklı bir yola sapmadı. Futbol kariyerinin son anlarına kadar futbol maçlarına çıktı, antremanlarına çıktı. Çünkü, onun asıl doğası ve var olduğu yer yeşil sahalardı.. Modellik, sosyal sorumluluk kampanyaları ise futbolcu kimliğinin önüne asla geçmedi. Kendini bir rol model olarak o kadar iyi bir şekilde markaladı ki, küpe takmayan erkeler bile sırf o taktı diye, küpe takar oldular.

Bir de bizdeki örneklere bakalım.. yine futboldan gidelim.. 2002 yılında Dünya Kupası'na katıldığımızda, Uzak Doğu semalarındaki İlhan Mansız fırtınasını hatırlıyoruzdur mutlaka.. Kimseyi yermek gibi bir niyetim olmadığını da en baştan belirtmek isterim. Kendisi gerçekten başarılı bir futbolcuydu ve yeşil sahalarda fırtına gibi esmekteydi ve neredeyse David Beckham ile yakışıklılık konusunda rakip gösterilirken, bir de baktık ki  işler tersine gitmeye başladı.. E peki sonra n'oldu? Sonrası yok..

Kişisel marka olmak istemiyorsanız eğer, kendinizi kalıplara sıkıştırmaya devam edin. Özünüzden sapın, farklı yollara girin. Kendinize en baştan bir marka değeri yaratın, imaj oluşturun, çağrışımlar ekleyin, kendinizi etiketleyin de etiketleyin.. İşte o zaman nasıl marka olunmayacağını da tahlil edin..

Marka olmak istiyorsanız, öncelikle kendi özünüzü bulun ve bu doğrultuda ilerleyin.. Koşullandıırılmadan, kalıplara sokulmadan, öğretilenler doğrultusunda doğru veya yanlışı bilmeden önce, nasıldınız ve hala nasılsınız, bastırdığınız özünüz duygularınız nedir bunu öğrenin.. Çünkü, kişisel markalama bir süreç değildir. 

"Bazıları ulu doğar; Bazıları ululuğu elde ederler. Bazılarına ululuk bahşedilir"-Shakespeare.. Bu sözü kişisel markalama sürecine uyarladığımızda, kısaca demek istediğimi daha açık bir şekilde dile getirebileceğim.. Herkes aslında bir markadır ve kendinden başka bir benzeri yoktur. Parmak izi, dil izimize varana kadar farklıyız.. Tekiz!

Bu sözdeki ululuğu elde edenler ve ululuk bahşedilenler şöhretleri; doğuştan marka olsalar dahi, bugün hayatımızın içerisinde olmayan, kendileri dışında başka kimliği ortaya koyan herkesi.. Ulu doğanlar ise; doğdukları özünü bulan ve uyanan bugün dahi hayatımızda olan markaları temsil etmektedir.

Geç kalmadınız, hikayenin geri kalanı halen yazılmadı, kalem sizin ellerinizde.. Uyanmanız dileklerimle..



Sevgiler,
Nihan.



2 Nisan 2015 Perşembe

Neler Oluyor Dijital Hayatta?


Bir müddet sınav hazırlıkları nedeniyle, yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. Aynı anda iki iş birden yapılabilir ancak önemli olan, o işi layıkıyla yerine getirebilmek :) Dolayısıyla, hem okul hem de paylaştığım yazıların içeriğinin eşit ölçüde önem teşkil etmesi sebebiyle, bugün nihayet sınavlarımın da sona ermesiyle, derin bir nefes aldım ve uzun zamandr nadasa bıraktığım yazılarımı sizlerle buluşturma fırsatını sonunda yakaladım! :)

Kıssadan hisse, atalarımızın da dediği gibi, her işte çırak olmaktansa, bir işte usta olmayı yeğleyenlerdenim. :)

Peki ayrı kaldığımız zaman dilimi içerisinde dijital dünyada neler oldu, neler bitti? Ne gibi değişimler oldu, hangi uygulamalar karşımıza çıktı? Bunların hepsini elimden geldiğince takip etmeye çalıştım. Eğer ki, bahsedeceğim konular arasında atladığım bir nokta var ise,  yazımın sonunda belirttiğim mail adresim ve Twitter hesabım üzerinden benimle iletişime geçebilirsiniz.  İletişime geçmeniz beni çok memnun eder ve hep söylerim, bilgi paylaştıkça artar :)

Şimdi esas konumuza geri döndüğümüzde, karşımıza bir sürü yenilik çıkıyor. Periscope, TIDAL, OneSong, Curator, Riff, Infinit.. Öyleyse hep birlikte bu uygulamalara şöyle bir göz atmaya başlayalım..

Sosyal medyanın hayatımızdaki yerinin ne olduğuna, insan ilişkilerini nasıl etkilediğine, bizler için aslında olduğumuz değil, olmak istediğimiz bir dünya yarattığına değinmiştim. Bu gelişmeler elbette ki tüketici istek, ihtiyaç ve davranışlarına göre belirleniyor. Daha da ötesi, bizlere çok güzel bir şekilde sunuluyor. Bir nevi farkında olmadan, markalara pazarlama kampanyaları ve yeni ürün geliştirmeleri sürecinde oldukça yardımcı oluyoruz. :)

Peki nedir bu gelişmeler? Hepsini sizler için elimde geldiğince yazımda toparlamaya çalıştım. :)

Infinit

Dosya paylaşmak, hepimiz için adeta günlük yaşantımızın neredeyse bir parçası haline gelmiş durumda. Tüm bilgiler, bu dosya alışverişleri sayesinde aramızda yer değiştiriyor. Ancak bu paylaşımlar sırasında dosyanın büyüklüğü, bekleme süresi gibi sıkıntılar yaşanabiliyor, ki, özellikle iletmek istediğiniz dokümanın acilen karşı tarafa ulaşması gerekiyor ise.. İşte tüm bu dosya hacmi ve bekleme süresi bakımından kolaylık sağlayan Infinit  tam da bu noktada rahat bir nefes aldıracağa benziyor.


Bunun yanı sıra sadece masaüstünden dosya gönderimi yapmakla kullanıcılarını sınırlandırmayıp, İOS ve Android uygulamalarını da son olarak kullanıcılarının hizmetine sundu.

WeTransfer, YouSendIt ve Dropbox gibi dosya paylaşım servislerinden, kendisini sıyırmasını sağlayan en önemli özelliği ve kullanıcılarına sunmuş olduğu çözüm, dosya büyüklüğü sınırlamasına takılmadan dosyaların farklı cihazlara aktarılabilmesini sağlamak. İtiraf edelim ki en büyük sıkıntılardan biri de, dosya paylaşımı sırasında internetin olur olmaz bir zamanda gitmesi ve o anda öylece kalakalmak..  "Artık kalakalmalara son!" Infinit'in diğer bir özelliği de, herhangi bir kesilme yaşandığı sırada dosya aktarımını geçici olarak durdurması ve online olduğunuz andan itibaren dosya aktarımına yeniden başlıyor olması..  Dolayısıyla tekrardan aynı işlemi yapmanıza gerek kalmadan ve "of pof" demenize sebep olmadan büyük bir kolaylık sağlamış oluyor. 

Uygulamaya ise, Facebook veya e-posta hesabınızla giriş yapabiliyorsunuz. Bir diğer ayrıntı ise, eğer dosya transferi yapacağınız kişi de bu uygulamayı kullanıyor ise, dosyaların doğrudan transfer edilmesi.. Eğer tam tersi bir durum söz konusu ise, e-posta adresinize, indirilecek olan dosyanın bağlantısı gönderiliyor.

Curator

Twitter'ın yepyeni servisi Curator,  medya şirketlerinin ve yayıncılarının, kullanıcılar tarafından atılan tweetlerin takip edilmesine ve filtrelemesine yardımcı olacak. 

 curator.twitter.com adresi üstünden  başvuru formunu doldurabilirsiniz. Ancak, bu formların değerlendirmeye tabi tutulacağını ve yapılan değerlendirme sonucunda yetkilendirilip yetkilendirilmeyeceğiniz kararı alınıyor.

Bu uygulama şu an için sadece medya yayıncı kuruluşları için sınırlı olsa da, gerçek zamanlı veriler ve Trend Topic listesine daha kolay erişilmesi bakımından uzun vadede markaların da ilgisini çekebileceğe benziyor.

Kullanıcı ile çift yönlü iletişim kurmak yolunda önemli bir adım olan marka iletişimi, bu sayede daha kolay veri elde edilmesine ve markaların hangi yöne doğru hareket edebileceğine ve/veya etmesi gerektiğine dair önemli ölçüde yol gösterici olacağa benziyor.

OneSong

Markaların yeni bir ürün geliştirmesinde, tüketici davranışları oldukça önemli bir ölçüde ortaya çıkmaktadır. Yeni bir ürün veya uygulamanın ortaya çıkmasındaki en önemli faktörlerin başında, tüketicilerin davranışları, istek ve ihtiyaçlarındaki değişimler gelmektedir.

Bir marka olarak bunu yakalayabildiğiniz ve de gözlemleyebildiğiniz anda, işte  tam da bu noktada kullancılarınızın hoşuna gidecek özellikleri ekleyerek genişletilmiş bir ürün sunduğunuzda, marka değerinizi maksimize etmeniz hiç de zor olmasa gerek. Bunu farkeden ise, Instagram. 

Herkes sevdiği ve/veya dinlediği şarkının  görüntüsünü Instagram'da mutlaka paylaşmıştır yahut paylaşan birilerine illa ki denk gelmişizdir.  'Madem böyle bir şeye ihtiyaç duyuluyor, o zaman bunun üzerine fikir geliştirelim' düşüncesiyle haraket eden İnstagram, şarkı paylaşan veya paylaşma isteği duyan kullanıcıları için, tam da buna uygun bir uygulama karşımıza çıkarıyor, OneSong!



'Her insan bir şarkıdır. Peki sen şu anda hangi şarkısın?' fikrinden yola çıkılarak, hiç olmadık anlarda "yahu nereden geldi şimdi bu benim aklıma" dediğinizde veya sabah kafa radyonuzda bir şarkıyla uyanıp, gününüzü o şarkıyla ile bitirdiğinizde, 'hayatınızın şarkısını' o gün ki zaman dilimi içerisinde OneSong ile kolaylıkla paylaşabilirsiniz.

OneSong uygulaması Spotify ile entegre olarak çalışıyor ve  şimdilik sadece İOS cihazlarda kullanılabiliyor.

Bir uygulamayı kullanabilmek için, başka bir mecranın kullanımının zorunlu kılınması, kullanıcılarda nasıl bir etki yaratacak zaman içerisinde görmemiz mümkün olacak. Duruma daha geniş bir çerçeveden bakıldığında, kullanıcılar sayesinde her iki mecranın birbiri aracılığıyla reklamının yapılması sağlanarak, her iki  uygulama kullanıcı algısında uygun bir yere yerleştirilmiş olacaktır.

Bununla beraber pazarlama açısında konuyu ele aldığımızda, Instagram ve Spotify kendi hedef kitlelerini (Instagram'da dinlediği müziği paylaşan kullanıcılar) doğru bir şekilde belirlediğini ve bu yönde bir pazarlama faaliyeti gerçekleştirdiklerini görmekteyiz. Bu açıdan ele aldığımızda, pazarlama stratejisinde değişiklik yapılarak,  yoğunlaştırılmış pazarlamanın en uygun strateji olduğunu görmekteyiz.

TIDAL

Madem bu kadar Spotify'a değindik, şimdi hep birlikte kendisinin gıcır mı gıcır rakibi TIDAL'a bir merhaba diyelim! :)

Yeni rakibimiz TIDAL,  dünyanın en ünlü müzisyenlerinin oluşturduğu müzik paylaşım sitesi.  Müzik endüstrisinin Jay-Z desteğiyle yeni bir hareket başlattığını bu anlamda söylememiz yerinde olacaktır. 'Biz kaliteli müzikler yapıyoruz ve eğer kaliteli müzik dinlemek istiyorsanız, bunun karşılığını vermelisiniz. Çünkü, biz sizlere kaliteli müzik ile bir fayda sunuyoruz' temel fikri ile yola çıktığına değinebileceğimiz TIDAL, konumlandırmasını fiyat-kalite esasına göre yani "değer önermesi" yaparak bizlere sunuyor. E haliyle, #TIDALforALL hashtag'i ile kullanıcılara geleneksel medyadan daha kolay ulaşılmasına olanak veren Twitter üzerinden iletişim başlattı. Arasında Türkiye'nin de olduğu yeni pazarlara açılma kararı alan ve "müziğin geleceği" olarak nitelendirilen TIDAL piyasaya sunuldu.

 Aralarında Jay-Z başta olmak üzere, Rihanna, Madonna, DaftPunk, Beyoncé, Usher, Alicia Keys,  Kanye West, Chris Martin, Calvin Harris ve sayamadığımız müzik sektörüne yön veren ve bu anlamda kendi farklılıklarını ortaya koyan,  tabir-i caizse başlı başına bir marka ve endüstri olan sanatçıların desteğini de arkasına alan TIDAL, kendisine destek veren sanatçıların haklarını koruyarak, mağdur etmeme yolunda emin adımlarla ilerlemek istediğini açıkça Spotify ve Beats gibi iki önemli rakibine adeta meydan okuyarak belirtiyor.


Amacının ise,  sanatçılar ve hayranlar adına daha iyi bir hizmet ve daha iyi bir deneyim yaratmak olduğunu ve bu hizmetin dünyaya verilen bir söz olduğu belirtiliyor. Müziğin tüm duyguları yansıtması ve dinleyicilere bu duyguları geçirebilmesi ile evrensel bir dil olduğunu ve hangi özelliklere sahip olduğunuz , kim olduğumuza bakılmadan müziğin, tüm dinleyicileri biraraya getirdiğine özellikle dikkat çekiliyor. Böylelikle  #TIDALforALL'un neden bir hareket olarak başlatıldığını da net bir şekilde bizlere açıklıyor.


RİFF

Bu sefer ki sosyal medya uygulamamız ise Facebook'tan geliyor,  Riff.. Riff uygulamayı kullanan kişilerin arkadaşları ile beraber video yapmasına olanak sağlayan bir uygulama. Facebook hesabınızla giriş yaparak kullanmaya başlayabileceğiniz bu uygulamada, yaptığınız videoyu timeline'da yayınlayarak hem arkadaşlarınızla paylaşmanız hem de arkadaşlarınızın bu videolara istedikleri dokunuşları yapması mümkün. Aynı  durum tabi ki, videolara dokunuş yapmak veya kendi videosunu hazırlamak isteyen tüm kullanıcılar için de geçerli :)

Ancak Riff'in şöyle bir handikapı bulunuyor. Videoda istediğiniz herhangi bir dokunuşu yapmış olsanız dahi, bu dokunuşun, videonun asıl sahibi tarafından beğenilmediği durumlarda kaldırılma olasılığının da bulunuyor olması. Bir yandan kullanıcı açısından oldukça önemli ama aynı zamanda 'neden sildin?' şeklinde sorularla karşınızdaki kişiyi daraltmak ve değerinizi bu davranış üzerinden ölçmeye yeltenmeniz gerekecek kadar da sakıncalı.. O yüzden hiç bu yola sapmadan sadece o anda keyifli ana eşlik etmek hem videoyu yapan hem de onda değişiklik yapacak olan kişi açısından daha iyi :)




Bu uygulamanın hayata geçirilmesi daha doğrusu fikrin çıkış noktası, meydan okumak. Bu fikir üzerinden ilerlenilmesinin sebebi ise, geçtiğimiz yaz aylarında IceBucketChallange hareketi ile meydan okuma videolarının Facebook üzerinden paylaşım oranının oldukça yüksek olması ve Facebook videolarının yarı yarıya büyümesi.

Riff'i İOS ve Android  cihazlarda daha iyi incelemek ve deneyimleme fırsatı bulabilirsiniz. Bir anlamda, bu meydan okumaya  katılan kadar, karşı çıkanların da olduğunu düşünecek olursak, yine  burada 'meydan okumayı' seven hedef kitleye yönelik bir adım atıldığı ve yoğunlaştırılmış pazarlama stratejisinin kullanıldığını söyleyebiliriz.

Video özelliği ile Vine ve SnapChat'e rakip olabilir mi olmaz mı zaman içerisinde göreceğimiz bir gelişme ancak, videolarda değişiklik yapılabiliyor olması, özellikle birden fazla ürüne sahip olan markalar için bu anlamda oldukça avantajlı bir konuma sahip olabilir.  Diğer ürünler açısından yamyamlık olmaması adına, bir markanın yaptığı videoda değişiklik yapılarak, ürünlerin tanıtımı ve kendi aralarında iletişim kurularak aynı zamanda kendi tüketicilerini de videolara çekecek şekilde buna benzer bir fikir ile marka iletişimlerinin bu uygulama ile yapılması sağlanabilir görüşü içerisindeyim.

Dolayısıyla, çıkarılacak iyi bir fikir ile markaların bu uygulamayı kullanması ve karşımıza çıkması olası görülebilir. Dilerim ki, bu anlamda harika bir fikir karşımıza çıkar ve bizde bunun keyfini çıkartırız. :)



PERISCOPE

 En  dikkat çeken -en azından kendi adıma- ve markaların tutundurma faaliyetlerinde oldukça yararlanabileceğini düşündüğüm yepyeni bir uygulama daha, Periscope!

Periscope, bir bakıma hem tüketici yansıması hem de tüketicinin benlik imajını yansıtıyor diyebiliriz. Olmak istediğiniz dünyaya başka birinin yaptığı canlı yayın ile bağlanabiliyorsunuz, benlik imajı açısından da farklı yerleri gezmeyi incelemeyi seven, meraklı  kişilerin bir anlık da olsa bu uygulama sayesinde kolayca görmek veya bilmek istedikleri her şeye ulaşmasını sağlıyor. 

Twitter hesabınızla erişimin sağlandığı Periscope, yayınlarınızın kim tarafından görülmesini istediğinize ve kimleri takip etmek istediğinize kadar sizlere seçme ve seçilme hakkı sunuyor.

Periscope aslında  videoları izleyerek veya canlı yayın yaparak, dünyayı keşfetmenizi  sağlıyor. Yayını yapan kişi canlı yayın yaparak videosunu paylaşırken, seçeneğe bağlı olarak da bulunduğu yeri belirtme şansına sahip. Yayını izleyenler gerçek zamanlı olarak sizinle iletişme geçerek mesaj veya beğendikleri yayınları da ekrana dokunmak suretiyle kalpler göndererek beğenilerini sunma şansı tanıyor.

Yayın sırasında yayınızı izleyen kişi sayısını görebiliyorsunuz veye dilerseniz, yayınızı kaydedebiliyorsunuz. Bulunduğunuz ortamda yayınını takip ettiğiniz ve sizi takip eden kişilere göndermeniz açısından bu yönüyle Snapchat ile benzerlik gösteriyor ancak Periscope'un çok başka durumlarda farklılaştığına da dikkat çekmek gerekiyor.

Karşılaştırma yaptığımız takdirde, Periscope'ta herhangi bir süre sınırlaması yok, canlı yayında yorumlar ve beğeniler anında paylaşılabiliyor. SnapChat ise bu anlamda daha farklı, belli bir süre sınırında çektiğiniz fotoğraf veya videoları paylaşabiliyorsunuz ancak anlık olarak bu gönderilere dair görüşlerinizi veya beğenilerinizi belirtme şansınız yok.

Periscope'u kullanma yoluna giden herhangi bir markaya şu an için rastlamadım ancak olursa, ki, özellikle turizm sektöründe bulunan markalar açısından oldukça yararlanılabilir bir uygulama olduğunu söylemek mümkün. Bu uygulamadan, havayolu şirketleri, turizm şirketleri, turlar yararlanabilir. Seyahat edilen yerlerden canlı yayın yaparak, ülke ve/veya bölge, kısaca iç ve dış turizme oldukça katkıda bulunabilirler.

Aynı durum müzik sektörü için de geçerli olabilir. Sanatçıların konserleri, bir beste üzerinde çalışırken görüntülerinin anlık olarak yayınlanması vb. gibi durumlar üzerinden, kişisel markalama çalışmaları yapılabilir. Aynı zamanda radyo programları için de kullanılabilir bir uygulama ve tabiki bunu farkeden başarılı bir isim elbette var, Yasemin Şefik.


Yavaş yavaş kişiler ve markalar için kullanılmaya başlanacağını ve hatta devamının geleceğini düşündüğüm, oldukça zevkli bir uygulama.

Bekleyelim ve görelim. :)


Görüşleriniz, tüm beğeni ve eleştirilerinizi, varliknihan@gmail.com adresine iletebilirsiniz. :)

Twitter üzerinden iletişime geçmek ister iseniz, @NihanVarlk adresine hepinizi beklerim. :)

Sevgiyle kalın,
Nihan.











15 Mart 2015 Pazar

90'ların Mor İnekleri



"90'lar denince aklınıza neler geliyor?" diye bir soru sorulduğunda, muhakkak ki çok farklı anılar, düşünceler hafızalarda yerini alıyor ve dillerden dökülmeye başlıyor. Duygular adeta şelale olup çıkıyor.

Çocukluğunu 90'larda yaşamış, sokakta oynayan çocukların son nesli olmaktan da ayrı bir gurur ve keyif her zaman için duydum, duymaktayım.

90'ların bu anlamda doya doya içerisinden geçtiğim bir zaman dilimi ve her güzel şeyin yaşandığı ve sona erdiğinde  kapısını kapatıp çıktığımız bir dönem olması itibariyle, ayrıca aklımıza getirdiği çağrışımlar sebebiyle dönem olarak marka olduğunu söyleyebiliriz.

Bu dönemin hayatımıza en damga vurucu olayı ise, Türk Pop Müziği'nin beklenmedik yükselişi ve ortaya şimdi dahi çıkmayan bir sürü şarkının, hayatımıza yeni giren isimlerle beraber anılmaya başlamasıydı. İşin ilginç yanı, bu isimlerin Türk Pop Müziği ile anılması ve halen anılmaya devam edilmeleridir.  Onların şarkıları hala bam telimize dokunur. Daha samimidir, daha naiftir, daha duygusaldır, daha bizi anlatır. Doğallığından hiç bir şey kaybetmemiştir.



Sırf bu şarkılar yüzünden, tekrar dinleye dinleye nice kasetler bozuldu. Bozuldukça gidildi yenileri alındı. Türk Pop Müziği'ni dünyaya açtılar, şarkıları dillerden düşmedi. Dünya'yı "Şıkıdım Şıkıdım" oynattılar, "Araba" ilk defa bu dönemde dillere  pelesenk olan en popüler kelime oldu.

Her birinin kendine özgü bir tarzı ve duruşu vardı. Duyulduğunda, o şarkının bu mor ineklerden hangisine ait olduğu şıp diye anlaşılırdı. Mor inek dememin sebebi, pop müziğinde kendi kulvarlarında hatta aynı kulvarda olmalarına rağmen, farklı bir yer edinmeleri, diğerleri arasından cımbızla çekilir şekilde sıyrılmalarıydı.

 Peki bu mor inekler kimlerdi? Her birine şimdi sırasıyla göz atalım.

Yonca Evcimik

Hayatımıza 1991 yılında "Abone" şarkısıyla öyle bir giriş yaptı ki, arabesk furyasının  hakim olduğu döneme öyle bir damgasını vurdu ki, her birimiz şaştık kaldık. "Kim bu kız?" demekten kendimizi alamadık.  Türk Pop Müziği'ne cansuyu vermiş ve gelişip büyümesine vesile olmuş yegane sanatçıdır. Bu anlamda adeta, Türk Pop Müziği açısından bir armağandır. 


"Abone" şarkısı espirili sözleri ve şarkıya ait olan kendine has dansıyla başını alıp yürümüştür. Şu an bile o şarkı çaldığında, klipte yer alan dans yapılmaya devam edilmektedir. Zaten o andan itibaren de, kendisine abone olduk. Kendisine olan hayranlığım, kendimi bildikten ve O'nun şarkılarını ezberleyene kadar kasetleri bozuşumdan gelir.

"Kendine Gel" isimli ikinci albümü 1993 yılında hayatımıza girmesiyle beraber, bir reklam kampanyası şeklinde piyasaya sürülen ilk albüm olmuştur. Vücut ritmi ilk kez bu albümde kullanılmıştır. Bu anlamda bakıldığında, "Yonca yine imzasını attı" denilen işlerden biri olup çıkmıştır.



1994 yılında ise, Türkiye'deki ikinci  "8:15 VAPURU" adlı tekliyi  yapan sanatçı olmuştur. Yonca Evcimik tek şarkı ve onun 3 remiksinden oluşan tekliyle yurt dışındaki örneklerinde olduğu gibi yeni albümünün tanıtımını yapmıştır. 

Türk Pop Müziği'nde adeta bomba etkisi yaratmakla kalmamış, arabesk furyasının hakim olduğu dönemde direksiyonu bambaşka bir yöne kırarak, adeta öncülük etmiştir. Pop müziğindeki bu olumlu değişimin en önemli mimarlarından biri, hiç şüphesiz ki Yonca Evcimik'in ta kendisidir.

Marka kimliği açısından ele aldığımızda, yenilikçidir. Kliplerinde kullandığı kıyafetleri, tarzı, yaptığı dansları ve dansçıları ile de ayrıca fark yaratan bir isim olmuştur. Hiç bir klibinde aynı imajla karşımızda olmadığı gibi, sürekli olarak kendisini yenilemiştir. Tabir-i caizse bu anlamda, - ki hiç mütevazi olamayacağım- Türkiye'nin Madonnası'dır.

Şarkılarında gerekse karşısındakine haddini bildirir, aklını başına alması için diller döker eğer anlamıyorsa çeker gider, gerektiği yerde rest çeker, gerektiği yerde de aşkını ilan eder. İşte tam da bu anlamda, her birini içinde barındıran şarkısı vardır aslında.. Bandıra Bandıra..




Mustafa Sandal

Mustafa Sandal için bir cümle söyle deseler, ilk aklıma gelen şeyi söylerim; Türk Pop Müziği'ne adım atmama sebep olan ilk sanatçı. 1994 yılında "Bu Kız Beni Görmeli" dedi ve herkesi kendisine baktırdı. Gözler bu sefer Mustafa Sandal'ın üzerindeydi. O kız, kendisini gördü mü bilinmez ama Türk gençliği kendisini görmüş ve onun şarkılarına kulak kabartmaya başlamıştı bile.



Ta uzaktan duysanız bile, şarkılarının kendisine ait olduğunu anlardınız. Kendine has dansı zaten ilk bakışta dikkatleri çekmişti bir kere. :) Sağ elinizi, göğsünüzün üzerinde yuvarlak hareketler çizerek aslında kimin şarkısını dinlediğinizi veya hangi sanatçının hayranı olduğunuzu da tek bir hareketle anlatmanız gayet mümkündü.


Marka kimliği olarak Mustafa Sandal, farklılıktı bir bakıma. Şarkıların sessiz de söylenebileceğini, sevindiğimizde, sevildiğimizde, üzüldüğümüzde de duygularımızı sessiz bir tonda ve yerinde kelimelerle anlatabileceğimizi göstermişti aslında bizlere.


"Araba" dedi, dünya döndü O'na baktı. Bu klipte, aynı kişi iki farklı karakter olarak karşımıza çıktı ve tabi ki sevgiyi, gaza bastı mı giden değil, emek harcayan kazandı. :) Bu şarkıda sadece bizleri değil, dünyayı çeken bir tını vardı. Şarkıya Fas'ta yeniden klip çekildi, bununla kalmayıp; Rusça, Arapça ve Yunanca olmak üzere tam üç dile çevirisi yapıldı.


Sadece kendi yaptığı albümlerde karşımıza çıkmadı. Aynı zamanda pek çok sanatçıya verdiği şarkılarla, yaptığı vokallerde de varlığını sürdürmeye devam etti. Kısaca bizlere hem kendi seslendirdiği şarkıları, hem verdiği bestelerle ve hem de yaptığı vokallerle jest yaptı, bizde bunların hepsine mest olduk. Sibel Alaş- Adam, Asya-Beni Aldattın, Reyhan Karaca- Sevdik Sevdalandık bahsettiğim vokal ve bestelerin yalnızca seçilmiş örnekleri..



Serdar Ortaç

Serdar Ortaç dendiğinde akla gelen ilk kelime nedir derseniz, "Beste Fabrikası" derim. Radyo programı yaptığı dönemlerde sesinin ince olması sebebiyle kendisini kadın sanan kitleye, "Karabiberim" adlı şarkısı ile adeta sürpriz yaşattı.

Kıpır kıpır, düşündüren, ağlatan, içimize işleyen, rest çeken, insaf dedirten şarkıların söz ve müziklerinin hepsi kendisinin kaleminden notalara ve sözlere dökülerek hayat buldu. Kendine has dansını da bizlere her klibinde gösterdi, bir nesil onun dans hareketlerini nasıl yaptığını bulmaya çalışarak zaman dahi harcamıştır.



"Karabiberim" adlı şarkısının klibinde, göbekten zeytin yiyen ilk sanatçı olup, klip anlamında da bomba patlatmış ve oldukça konuşulmuştur. Şarkılarına sadece kendisi hayat vermemiştir.  Emel Müftüoğlu'ndan, Ebru Gündeş'e, Muazzez Abacı'dan, Sibel Can'a kadar birçok şarkıcının  pop müziğinin tam ortasına yerleşen şarkıları, Serdar Ortaç'ın elinden çıkmıştır. Hatta bu dönemde bile Ajda Pekkan da dahil olmak üzere besteleri başka sanatçılardan dönüp dolaşarak yine kulaklarımıza kadar gelmektedir. Buyurun işte onlardan bir tanesi :)




 Kim ne derse desin, Serdar Ortaç Türk Pop Müziği'nde hiç de göz ardı edilmeyecek bir noktadadır. Şu anki şarkılarını seven ve dinleyen kadar, bunu aksini söyleyen de oldukça mevcut olabilir ancak geriye dödnüp bakıldığında, yapılan işlerin hakkını vermemek de olmaz. Marka kimliği olarak ele alındığında, değişken ve farklıdır. Değişkenlik ve farklılık kendisinin şarkılarına, kliplerine, danslarına, yaptığı bestelerine, yazdığı sözlere kadar kendisini göstermiştir. Adeta her tarz müziğe ayak uyduran bir yeteneğe sahiptir.


Tarkan

Adı dahi söylendiğinde bile, içimizi titreten ve çığlık atma isteğimizi uyandıran, şu anda bulunduğu yerin hakkını vermiş isimdir. "Tarkan" dendiğinde kelimeler ardı ardına geliyor ve her biri cümleye dökülmek için sabırsızlanıyor.

"Kıl Oldum" ile karşımıza çıktığında, hem şarkının sözleri hem de imajı ile çok fazla bir etki uyandırmamış olsa dahi, daha sonra ardı ardına gelen hitler adını kalbimize yazmamıza ve kendisini unutamamamıza sebep oldu. Sonrasında yollarımıza güller döktü, bir şekilde gönüllerimizi kazanmaya bildi, kalbimizin tahtının temellerini de emin ve sağlam adımlara atmaya başladı.


Dünya'yı "Şıkıdım Şıkıdım" oynattı, Türkçe şarkıları dünyaya ezberletti. Peşinden genç kızları sürükledi ve posterleri her birimizin duvarını süsledi. Her ne kadar kliplerinde cesur bir imaj çizse de, kendisi kalbimizin mütevazi prensiydi.


Tarkan'ın da kendine has bir tarzı ve de dansı vardı. Bir erkeğe yakışacak en güzel dansı yıllarca, olumsuz eleştirilere maruz kalsa da, bizlere sergilemeye devam etti ve kendi bildiği yolda en güzel şekilde ilerledi. Dansı da kendisine yakıştırdı, yakıştırmayı da bildi. Halen bile, O'nun gibi dans eden, dans ederken bizleri kendisine hayran bırakan erkek sanatçı karşımıza çıkmış bile değildir.

Tarkan, dansı, tarzı, şarkı sözleri, yaptığı besteler ile adeta kendini bir marka olarak konumlandırmayı bildi. Marka kimliğine baktığımızda bu anlamda, yine farklılık dikkatimizi çekiyor.  Başka bir açıdan ele aldığımzda, kendi tarzından hiçbir zaman sapmamış olması da ayrı bir istikrarı barındırmaktadır.

"Kuzu Kuzu" dedi, bambaşka bir imajla karşımıza çıktı. Zilleri çaldı, yine o müthiş dansını yaptı. Kendi şarkılarını yazmaya başlamasının da böylece temellerini attı. Bu ziller,  konserlerinde kendisine eşlik edilmesi için  "Tarkan Zilleri" olarak hayranlarına dağıtıldı. Kısacası örnek alındı, yaptığı her şey daha önce yapılandan çok daha farklı olduğundan, kendisini izleyen kişilere de farklı olmanın aslında  çok da korkulacak bir şey olmayacağını bir bir gösterdi.



Yonca Evcimik, Mustafa Sandal, Serdar Ortaç ve Tarkan'ın ortak özelliklerine şöyle bir baktığımızda, Türk Pop Müziği üzerinde yoğunlaştıkları, her birinin dans anlamında da öne çıktığı dikkatimizi çekmektedir. Ancak burada çok kilit bir nokta, çok ince bir ayrıntı bulunuyor. Her birinin dansı kendine has, taklit yok. Serdar Ortaç ve Mustafa Sandal'ın dansları da yıllar boyunca konuşuldu ama onlar da kendi bildikleri doğruyu yapmaktan geri adım atmadılar.

Hepsi aynı kulvardaydı, hepsi farklıydı ancak bu farklılıklarını birbirlerinden o kadar güzel ayırdılar ki, her biri kendi gittiği yolda hepimizde ayrı bir iz bıraktı. Klipleri birbirinden farklıydı, imajları farklıydı. Dolayısıyla zamanın en güzelinde, en güzel sanatçıların en güzel şarkılarını dinledik.

Sadece bu anlamda bile, çok şanslı bir nesildik.

Görüşleriniz, tüm beğeni ve eleştirilerinizi, varliknihan@gmail.com adresine iletebilirsiniz. :)

Twitter üzerinden iletişime geçmek ister iseniz, @NihanVarlk adresine hepinizi beklerim. :)

Sevgiyle kalın,
Nihan.













12 Mart 2015 Perşembe

Sosyal Medya Hayatımızın Neresinde?


Sosyal medya hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor diye arada sırada, zaman zaman kendime sormuşluğum çok oluyor. Özellikle sadece birkaç arkadaşım hatta doğrusunu söylemek gerekirse, buna bir elin parmağını dahi geçmeyen arkadaşlarımla bir araya geldiğim zamanlar anlıyorum. Ki, bu arkadaş çevrem her daim görüştüğüm, bir şeyler paylaştığım, muhabbetlerinden keyif aldığım ve zamanın yanlarında nasıl geçtiğini anlamadığım insanlardan oluşuyor. Bu anlamda çok mutluyum, şikayet edecek değilim.

Ancak, gel gelelim ki başka bir açıdan bakıldığında işler epeyce bir değişiyor. Muhakkak ki, her birimizin okul, iş ve başka yerlerde başka kimliklerde olduğu bir çok hayatı var. Bu hayatlarınıza gittiğiniz bir müzik, oyunculuk, senaryo kursu vb. bir takım yerlerde farklı kimliklerde hayat buldurabiliyorsunuz. Burada arkadaş olarak edindiğiniz veya tanıştığınız bir sürü insan var ve su götürmez bir gerçek ki, hepsinin birer sosyal medya hesabı mutlaka var. Facebook, Twitter, Instagram, Pinterest, Swarm, Foursquare ve buna yeni eklenen Snapchat'i de dahil ediyorum ve daha niceleri..


Her birini mutlaka özellikle kendinize yakın bulduklarınızı, ortak paydada buluştuklarınızı veya hoşlandığınız kişileri bu mecralardan ekleyerek aslında bir nevi sinyal göndermiş oluyorsunuz. Bu mecralardan adeta sular seller gibi konuşan bizler, yüzyüze geldiğimizde iki lafın belini dahi kıramıyoruz. Bunun nedeni, kendimizi yazarak daha iyi ifade ettiğimiz için mi, yoksa o anda karşımızdaki kişiyi hiç bekleme / bekletme lüksümüz olmadığından kelimeleri seçemediğimiz için mi geliyor bilmiyorum.

Artık öyle bir noktaya gelindi ki, üç beş kişi bir yere gittiğinde bile, bir masa etrafında toplanmış, birbiriyle konuşmayan sadece telefonuyla ilgilenen bir sürü insana denk gelebilirsiniz. Bunu gözlemlemek için sadece tek bir mekana girmeniz bile yeterli. Çok klişe olacak belki, ki, klişeleri hiç sevmem.. Kalabalıkların içerisinde, herkes aslında yapayalnız..

Sosyal medyayı karalamak gibi bir amaç içerisinde değilim, bizleri dünyaya bağlıyor. Ancak, kendimizi ne kadar kabuğumuza çektiğimizden bahsetmeye çalışıyorum. Çok bahsedilen "hayaller" "hayatlar" olayı aslında tam da bu noktada bu mecralarda yer alıyor.

Facebook sayfamda tam tamına 310 arkadaşım var ve bu arkadaşlarımın sadece beş veya altı tanesi ile gerçekten görüşüyorum, bir şeyler paylaşıyorum.. Şimdi böyle söylüyorum, bu yazıyı Facebook sayfamda paylaştığımda da olur ki okur ve üzerinize alınırsanız gayet mutlu olacağımı belirtmek isterim. Keza bu yazıyı da zaten aslında ne kadar "sağlam bağ"lar kurmak istesek de kuramadığımız için de biraz yazıya döküyorum. :)

Şu açıdan da olaya bakıyoruz belki de.. "Facebook sayfamda var mı? tamam var.. O zaman bir yere gitmez, ne zaman istesem muhabbet ederim, bir tık ötemde.. ". Kaldı ki işin apayrı ve bambaşka boyutları da var.. Diyelim ki, bir kişiyi bulunduğunuz mecralardan çıkardınız yahut yeni tanıştığınız birini eklemediniz, işte o zaman olay çok farklı bir şekil almaya başlıyor.

"Beni eklemedi fakat seni eklemiş. Seni neden ekliyor ki, muhabbetiniz bile yok" buyurun aranıza bir fitne girdi bile, kafanızda sorular sorular düşünceler..  "x'in sevgilisi y'nin altına yorum yapmış, o da onu beğenmiş, bunu gören z'de sevgilisi x ile kavga etmiş" .. arkadaşlıktan çıktım artık, ilişinizi doğru dürüst bile yaşamıyorsunuz.


Mazallah, kişi veya kişileri de çıkardınız bulunduğunuz mecralardan, durum o zaman vahim. Bir veryansınlar , bir feryatlar bir figanlar.. Bu durumları yaşadığınız zaman, artık o kişinin hayatında olmadığınızı, olmayacağınızı ve sizi hayatında artık istemediğinin sinyallerini alıyorsunuz. Beyin artık bu düşünceyi  kendi kendine üretmeye başladı. Halbuki, aslında o kadar feryat figan ettiğiniz kişi belki de bir konuşma uzağınızda ancak bunu bilemiyorsunuz neden? çünkü "aramak" yetinizi kaybettiniz, bir şekilde kaybettirildik.


Sosyal medya artık hayatımızın tam da orta yerinde aslında. Markaların buna dikkat çeken reklamlarından önce, dün rastladığım bir haberi de paylaşmak isterim.  İngiltere'de görülen velayet davasında, bir grup avukat,  Polonya'da yaşayan ebeveyne ulaşamayınca çareyi mahkeme kararını Facebook üzerinden tebliğ etmekte bulmuşlar. İngiliz medyasında yer alan habere göre, Polonya'da ikamet eden ebeveynin kimseyle görüşmek istememesini göz önünde bulunduran mahkeme, avukatların tebligatını da geçerli saymış. Haberi detaylı bir şekilde okumak isterseniz diye linkini de paylaşıyorum. :)
http://www.haberedikkat.com.tr/m/?id=206361

Sosyal medyanın hayatımızı yönlendirdiğinin artık markalar dahi farkında.. ve tutundurma faaliyetlerini de buna göre düzenleyen markalar da var tabi ki. Biraz önce uzun uzadıya bahsettiğimiz, "bir sürü arkadaşım var ancak halimi hatrımı soran iki üç kişi" mevzusuna Nescafe cuk oturan bir reklam yaptı. Tabi bu reklam filmini ilk önce Fransa'da gerçekleştiren marka, daha sonra bunu Türkiye'ye de "adapte" ederek, bizlere sundu. Her iki reklam filmini de hatırlatmak açısından sizlere sunuyorum. :)



Sosyal medyayı eskeza bende aktif olarak kullanan biriyim. Markaların yaptığı dijital kampanyaları, neler yaptıklarını vs. elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Yorum yapıyorum, retweet ediyorum, tweet atıyorum, fotoğraf beğeniyorum, yolda benden yaşça büyük insanların bana "garip" bakışlarına aldırış etmeden Snap atıyorum. Evet, ben de yolda yalnızca elindeki telefona bakıp yürüyenlerdenim.

Aslında durup şöyle bir bakıldığında, bu dijital çağda yaşayan bizlerin iki hayatı var. Biri gerçekten etrafımızda olan bitenlerin yer aldığı gerçek anlamda varlığımızın bulunduğu hayatımız; diğeri ise, sanal hayatımız.

Güneşin doğuşunu veya batışını, martıların uçuşunu, denizlerin dalgasını her an her saniye duyuyoruz, her birine ayrı ayrı bakıyoruz fakat görmüyoruz. Bir yandan başka bir hayata bağlanırken, bir diğerinden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz. Bütün bu yazdıklarımı anlamlı bir şekilde açıklayan bir marka var aslında, Coca Cola. Buyurun hep beraber izleyelim..


Markalar elbette sosyal medya kullanımına oldukça özen gösteriyor. Bu mecralarda yer almak özellikle tüketici ile adeta bir buluşma noktası ve hatta kendinize bu mecralarda yaptığınız uygulama, yarışmalarla veya kampanyalarla potansiyel müşteriler de çekerek, hem deneyimsel bir pazarlama yaşatıyorsunuz hem de marka ile mevcut ve potansiyel müşteriler arasında bir bağ kurulmasına yardımcı oluyorsunuz. Bir nevi, marka sadakati yaratmanın yolu da artık sosyal mecralardan geçiyor diyebiliriz.

Annelerin sosyal mecralara ait her türlü özelliği kendi bünyesinde barındırdığını düşünen veya sosyal medya üzerinden bizleri takip ederken verdikleri tepkileri de kullanmanız mümkün. Markalar elbette bu konuya bir şekilde dikkat çekiyor. Burada sizlerin huzuruna  BEKO ve Profilo'ya ait Anneler Günü için hazırladıkları tutundurma faaliyetlerini çıkaracağım.



Ebeveynlerimiz ve bizlerin hayatına bakıldığında mutlak olarak farklılıklar göze çarpıyor her anlamda. Sosyal hayatları, arkadaşlık ilişkileri, sahip oldukları veya edindikleri bir takım şeyler başlı başına bizlerden çok farklı. Konuşma dilimiz, kullandığımız kelimelerin bile birbiriyle ilgisi dahi yok.

Peki, ebeveynlerimiz ve bizlerin arasındaki bu jenerasyon farkını ortaya çıkaran bir reklam yapın dersek, nasıl bir yol izlerdiniz? Bunun cevabını en güzel veren markalardan biri, Tadım.



Bu lezzetli ve keyifli son paylaşımımla beraber, her birinize ayrı ayrı mutlu, huzurlu ve bol neşeli bir gün diliyorum. :)

Sevgiyle kalın,
Nihan.