21 Şubat 2016 Pazar

Kent mi Dönüşüyor? Sen mi Dönüşüyorsun?



"A me mo burası New York Amerika
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam
Nasıl bir zaman"  derken Rafet El Roman bu şarkıdan çoook yıllar sonra, burada da evlerin bulutlara karışacağını tahmin eder miydi bilinmez...  Ama vizyonunun geniş olduğunu mu yoksa "özenilen" duyguları mı dile getirdiğini mi söylesek bunun kararını yazıyı okuyan / okuyacak olan çok sevgili okurlara bırakıyorum.


Malum, her yer yıkılıyor, yerine "yenisi" yapılıyor. Sonuçta hiçbir şey vazgeçilmez değil mantığından yola çıkılarak olsa gerek ya da tamamen gösteriş için "varsın eski yıkılsın, zaten oturulmuyordu şekerim, bana göre değildi. Hem yenisi yapılırsa daha iyi olur" sonuçta her şeyin en iyisini hak ediyorsunuz...

Her şeyin en iyisini hak etmek veya kendini değerli görmek olması gereken bir farkındalık hali... Burada ise daha başka bir durumdan bahsediyorum. "Benlik imajı"... Farkında mısın gerçekten aidiyet duygularını çatır çatır kafana yıktıklarından? Hatıralarının anılarının üzerine kat kat bina çıktıklarından... Sahi hep en yüksekte oturanın mı deniz manzarası ile uyanmaya hakkı var?

İşte bunların hepsine temel atan ilk önce sensin... Canım sen gitme, sen nereye gidiyorsun? Dünya zaten cetvelle belirlene belirlene çizildi. Senin içerisinde yaşadığın coğrafyanın kilometrekaresi belli, e enlem boylamı da zaten coğrafik olarak biliniyor. Sen gidip de ne yapacaksın başka ülkelere? Oralara kadar gitme, ben yeni yapacağım beton yığını ile senin anılarını yok edeceğim, kökünü orada bırakıp üzerine başka bir çiçek ekeceğim ama olsun, orada da yaşarsın nasılsa aynı havayı soluyorsunuz.

Şimdi hayal et, sana öyle bir site yapacağım ki, içerisinde spor salonundan tut, alışveriş merkezinin bile olduğu aklının hayalinin alamayacağı paket bir yaşam sunacağım. Eh bir tane de Avrupa şehrinin adını verip, onun özelliklerini sıralayacağım. Senin zaten küçük vizyonununu, daha da küçültüp burada bir fanus içerisinde yaşamanı sağlayacağım.  Pes! pazarlamanın böylesi! Daha iyisi olabilir mi ki? Gerçek ancak bu kadar gözününüzün dibine sokularak kandırılabilirdiniz.

Sloganları da gayet yerinde, hepsinin muhteşem bir sloganı ve hemen hemen "bıdı bıdı İstanbul", "bıdı bıdı bir şey" gibi saçma sapan isimleri var... Sen benden gel ev al, ben sana yurtdışı seyahati vereyim çünkü senin için sınırları belirleyen benim, bunları senin yerine ben düşünürüm.  Sonra yine senin için oluşturduğum sınırları görünmez hapishanene geri dönebilirsin.

Gel sen burada yaşa, modern yaşam... Her şeyin burada olsun. Sosyalleşmek mi? E o da bende var. Spor salonun var, yürüyüş parkurun var, o var bu var şu da var... Benden daha iyisini mi bulacaksın? Sana sunduğum sahte ayrıcalığın farkında mısın? Daha ne duruyorsun, hemen bir daire almalısın benden...

Sims oynayanlar bilir, bir zamanların popüler oyunu... Ev yapıyorsun, dayıyorsun döşüyorsun, içine de bir kaç kişi attın mı tamam, işte bir yaşam yarattın. Her yeni mimari yeni bir yaşam. Şu anda olan tam da bu değil mi aslında? O oyundaki arketiplerden nasl bir farkınız olduğunu açıklayabilir misiniz kendinize?

Her yeni fanus, her yeni apartman aslında bu değil mi? Aklını karıştırıyor, alıyor evini çünkü dönüştürecek "olmamış, bizimla değilsın" bir de komplekse soktu seni.. Tamam şimdi oldu daha kolay bir kıvama geldin, amaaan varsın yıkılsın.

Yani demek istediğim, saklamak istedikleri gerçekleri o kadar aleni bir şekilde sunuyorlar ki, sen zannediyorsun ki "vay be ne güzel kapalım şuradan bir yer" hem oraya hem şuraya da yakın. Ulaşım desen mis, peki kaşesi? Muhteşem... Ambalaj desen on numara... E isteyen var mı? Elbette...

Böyle şeylerin hedef kitlesi olmadığımın farkındayım, en azından kendi adıma.. Eh zaten bana hitap etmedikleri de açık... Ama insanların "görmek istediklerine" odaklanmaları da pek hoş değil artık sanki.. Süregelen bir kendini kandırma hali. Tercih artık, onu da siz seçiyorsunuz.

Çocukluğumun çoğunu geçirdiğim yerlerin artık hiçbiri şu anda yok. Fenerbahçe'dekinin üzerine başka bir bina diktiler. Arada konserler falan oluyor. Hatırlayınca da "aaa evet ya, ne güzeldi" diyebiliyorum ve hayali bir serap gibi beliriyor gözümün önünde... Kalp kapağım burkuluyor, iç çekip tekrar olduğum zamana dönüyorum. İzimi, dokunuşlarımı, hatıralarımı yıktığınızı bir kez daha fark ediyorum.

Artık aradan zaman geçmesine de gerek kalmadı. 1-2 ay önce hatıralarınız arasında yerini alıp, trend topic'e adını yazdırmış olan yer bir bakıyorsunuz, aaa yıkılmış. E n'olucakmış buraya peki? Bina... Ne kadar yüksek? Çıkabildiği kadar çıkacakmış arşa, hey maşallah!

Haydi  annelerimiz, büyüklerimiz burası eskiden dutluktu derdi de gülüp geçerdik, ilerleyen zamanlarda çocuğunuz olduğunda kocaman bir beton yığını, estetikten yoksun, saçma bir yerin önünden geçerken anılarınızı yad etmek zorunda kalmazsınız umarım. İnşallah yıllar geçtikten sonra dönüp de "Biliyor musun? Burası eskiden Belgrad Ormanı'ydı" diyecek kadar şuursuzlaşmayız inşallah.

Çok değil bakın 1975 yılının Florya'sı... Şimdi haberlerde burayı çocukların denize atlayarak serinleme ihtiyacını giderdiği, tehlikeli atlayışlar yaptıkları yer olarak geyik haberlerin içerisinde görüyoruz. Demek ki bir şeyleri yaparken, bazı şeylerden mesela denize girmek ihtiyacından mahrum bırakılıyorsun. Temiz denizi koli basili ile tanıştırıyorsun ve bunu yaparken canın hiç acımıyor.

Florya Plajı 1975

Bakırköy Sahil 1981

Kadıköy Moda 1950

Aidiyet duygunu işte senin böyle çatır çatır yok ederler. Şehir içinde göç... Ay bir de bunun havası da "Şekerim ev yıkılsın artık eski kaldık yani, diğerleri ne kadar güzel, keşke yıkılsa"... Maneviyatına ne oldu senin? Bu kadar mı materyalist oldun yahu?

Senin ileride anlatabileceğin bir yer kalacağından emin misin? Neden izin veriyorsun, neden her şeyi bu kadar sorgulamadan enine boyuna düşünmeden kabul ediyorsun?

Sen dedenin doğup büyüdüğü evde büyüdün mü? Büyümedin değil mi? Ben de büyümedim, oradan biliyorum. Evlerin yıkılıp yapılması çok yeni bir şey değil ancak bu kadar ayyuka çıkmış mıydı? Peki sana ilk soruyu neden sordum? Hemen söyleyeyim...

Fransa bisiklet turunu izledin mi hiç? İzlemediysen de izle, geç değil hiç bir şey için... Orada anlarsın aidiyet duygusunun, anılarına, hayatına sahip çıkmanın ne demek olduğunu. Sıra sıra giden bisikletli adamların pedal çevirmesi değil orada sadece olay... Adam, dedesinin doğup büyüdüğü evde yaşıyor. O da bilmez mi yıkıp daha modern ve kaba hatlara sahip bir şey yapmayı? Elbette bilir ama neden yapmıyor bunu hiç düşündün mü?

Aidiyet duygusu senin temelinde yok ki... O yüzden bu da her şeyini etkiliyor. İşini, kendinin kim olduğunu, ilişkilerini... "Ben kimseye ait değilim, kimse de bana" derken aslında doğru söylüyorsun ama ne dediğinin farkında değilsin. Sen kendine bile ait değilsin ki... O yüzden bir takım şeyleri başkasının üstüne atmanı beklemek çok normal ama karşındakinin sana neden böyle davrandığının sorumluluğunu almaya gelince ooouuvvvv! Çünkü, tepenin tası attı, bir şey bitti sorumlusu kim? Karşı taraf...

Evin eski yıktıracaksın, e neden? Çünkü diğerlerinin yanında sakil kaldı. Sorumlu kim? Ev... Neden? Çünkü sakil, sana yakışmıyor.

Şu an buraya bunları yazarken, bir yandan da penceremden dışarıya bakıyorum. Tam odamdan gözüken ufak ama yazın ve ilkbahar akşamları bakarken doyamadığım bir manzaram vardı bana yeten... Birkaç ay sonra bu manzarayı benden daha çok görmeyi hak eden 10-12 katlı binada oturanlar görebilecek. Çünkü benim böyle bir hakkım yok. Çünkü zat-ı şahane inşaat firması böyle uygun gördü(!)


Yukarıdaki fotoğraf anneannemin evinde çekilen çocukluk fotoğraflarımdan biri... Anneannemin evinde... Geçen birkaç ay içinde yıkıntısının önünden geçtim. Çocukluğumu yıkıp, üzerine toz duman eklediler. İnanın bu duyguyu nasıl tarif ederim bilmiyorum. Duygu sömürüsü de yapmıyorum. Daha ne anılarım var burada...

O evde ben ilk çocukluk arkadaşımı edindim, yatıya kaldığımda oturma odasındaki sehpa üzerinde anneannemle kahvaltı ettim. Orada dayımın odasında dayımla beraber oyun oynadım, gitarının tellerini tıngırdattım. Kardeşimle beraber, yeni badana yapıldığında anahtarla o duvarlara resimler çizdim. İlk makyajımı orada yapıp her yeri mahvettim, tüm muzurluklarım oradaydı.

Yengemle orada tanıştım, dedem dayıma aldığı ilk arabayı o evin otoparkına park etti. Mustafa Sandal'ın "Bu Kız Beni Görmeli" şarkısını orada söyleyip, balkon demirlerinden kafamı geçirip anneanneme hiç olmayacak adrenalin yaşattım. Daha neler neler... Ne kadar ufak ama değerli anılar değil mi? En azından benim için öyle...

Daha çok şey anlatırım ama şimdi orada ne var? Yıkıntı... Bana ne kaldı? Sadece bir fotoğraf... Böyle şeylere değer veren bir insanım, malzeme bu, değişmez.

Burada oturan / oturacak insanlara hatta kimseye bir şey dediğim yok. Nasıl istiyorsanız öyle yapın ama ne yaptığınızın da farkında olun. Geri getirebilecek misin bir ona bak...

Yolda yürürken kafanızı yukarı kaldırıp gökyüzüne baktınız mı? Hiç sanmıyorum. Yeni yüzyıl insanının en tipik özelliği, gökyüzü ile olan bağlantısını kesmiş olması... Elinde teknolojinin her türlü nimeti varken, istikbali göklerde aramanızını da beklemiyorum elbette.. Kaldı ki bende buradan ulaşıyorum, buradan sesimi duyuruyorum bir şekilde, kendimce... Neyse konuya dönecek olursak, nasıl bir sis var dikkatinizi çekti mi? Bir noktadan sonra belli kattaki evlerin bir kısmı gözükmüyor bile. Böyle kirli bir  havayı gerçekten solumak istiyor musunuz? Bu konuda emin misiniz?

Son olarak şunu söyleyeceğim, doğayı çok fena katlediyorsunuz. İnşaat firmalarına çamur atmayın şimdi, siz izin veremezseniz hiçbir şey yapamazlar. Ay pardon bir de yasası vardı onun, yıktırmazsan yıkıyorlardı... Hmm tabi o da ironik bak onu unutmuşum. E minareyi çalan kılıfını hazırlayacaktı elbette...

Tüket, tüket, tüket daha çok tüket daha fazla tüket...  Var olanı yıkmayı değil, korumayı öğrenin. Çok zor bir şey değil... Bir arkadaşımın da geçen gün yazdığı gibi "Sürüden ayrılan koyun olup, kurtlara meydan okumak gerek bazen. ALIŞMAYIN!"




Sevgiyle kalın,
Nihan.