4 Temmuz 2016 Pazartesi

Münteha-yı Hiçî


Küçük kelimelerin çok büyük yer tutabildiğini, duygularımı telaffuz ederken söylediğimde fark ettim, neden sonra...

Evet burada belki sadece pazarlama konusunda şeyler yazmalı ama burada dolanırken bir lunaparkın içerisindeymişsiniz gibi her an karşınıza neyin çıkacağını bilmeden ilerlemenizi istedim. O yüzden ne sürekli yazdım, ne de belli başlı öğretilmiş / öğretilen şeyleri burada dikte ettim. Söz verip verip tutamamam da bu ruh halimden kaynaklıydı belki de... Neyse.  O yüzden bugün bambaşka bir şey üzerine yazacağım. Kalemimin döndüğü kadar...

Kelimeler, sözcükler belki kimimiz için önemli değil, belki de kimimiz için çok fazla önem taşıyor. Karşımızdaki kişi ile iletişimimizde konuştuklarımızın, seçtiğimiz kelimelerin aslında bizlerle ilgili çok fazla bilgi verdiğini düşünürüm. Ya da bir cümle içerisinde bizim veya karşımızdaki insanın aslında konu, olay veya durumlar hakkında arka planda yatan görüşleri bir noktada ortaya çıkıverir. Bunu ancak, karşınızdakini gerçekten dinlediğinizde anlayabilirsiniz.

Bir şekilde korku salmışsınızdır karşınızdakine, sizden bir şey gizlemek zorunda hissetmiştir kendisini çünkü sıkılmıştır sürekli bağırılıp, çağırılmaktan veya bir düşüncesinin sürekli değersizleştirilmesinden... Yahut bu bambaşka bir durum da olabilir, bunu okurken hiç böyle tek başınıza kalmak, avaz avaz bağırmak veya bir başkasına neler yaptığınız tavır ve davranışları da düşünerek ama gerçekten düşünerek okuyun.

Kelimeler dedim, evet önemsiz değiller, önemliler. Ancak küçük kelimelerde daha büyük anlamlar, duygular gizli, dedim ya, yeni farkına vardım. Dikkatimi çeken ve belki de duyduğum, üzerine düşündüğüm için şu an değineceğim kelimenin ne denli bu kadar anlam gizlediğini fark edebildim. Tamam sadede geliyorum, işte o sihirli kelime "Hiç". Evet "Hiç"

Söylendiği cümlenin arkasından geldiğinde umut, boşvermişlik, ümit, merak, çaresizlik barındıran bir de sözlük anlamı değersiz anlamını taşıyan o sihirli kelime... Sözlük anlamına takılıp kalırsak zaten, bir karınca etrafına çizilen çizgiden nasıl dışarı çıkamıyorsa, bizde o çemberin ötesine bir adım dahi atamayız maalesef... O yüzden öğretilen anlamın dışına da bakmak gerektiğini düşünürüm hep.

Örnek istediğinizi duyar gibiyim o zaman peşi sıra geliyorlar, hepsi sizin için...

"-Niye şapşal şapşal sırıtıyorsun öyle?
- Hiç (mutluluk)"

"-Neden yüzün asık?
- Hiç (Boşvermişlik, üzüntü)"

"-Aklından neler geçiyor?
- Hiç (dalgınlık)"

"- Sen hiç aşık oldun mu? (tam tamına merak)"

 Bunlar benim cümlelerimdi... Peki ya filmler?

"Hiç kapıldın mı o hisse, gitmek istersin hani, aynı zamanda da kalmak gelir içinden?" (Scent of a Woman) 

"Sen hiç soluk ayışığında şeytanla dans ettin mi?" (Batman)

"Sen benimdin, rüyanın görkemiyle doldum. Ben rüyada sultandım, uyanınca hiç oldum" (Shakespeare in Love) 

Bu örnekleri uzun uzadıya sıralar da sıralarız. Ne demiş Cem Karaca ne demiş İlhan İrem ne demiş Sezen Aksu;

"Hayatta hiç bir şeyim az olmadı senin kadar, hiç bir şeyi istemedim seni istediğim kadar" arzu, sahip olma ve ümitsizlik bir "hiç" kelimesi ile bu kadar güzel anlatılabilir miydi?

"Sensizliğin acısını nereden bileceksin ki? Sen hiç sensiz kalmadın ki?" O boşluk, o kaybetme duygusunu tek bir kelimeye böyle sığdırabildiniz mi? Kesinlikle sığdırdınız... Cümleye gerek yok, tek bir şekilde ağızdan döküldüğünde bile binlerce anlama geldi.

"Hiç düşmedim mi aklına?
Hiç çalmadı mı o şarkı?" merak ve umudu bu iki dizeye taşımış.

Hiç demek ki o kadar da yabana atılacak bir kelime değilmiş, değil mi? Değersiz görülen aslında ardında ne kadar anlam, ne kadar duygu barındırabiliyormuş. Önemli olan farkında olmak galiba ama gerçekten farkında olmak. Söylenen kelimeyi de, duyguları da aslında insanın ta kendisi değersizleştiriyormuş.

Sözcükler, kişinin dilinden döküldükten sonra değer kaybediyor veya kazanıyormuş. Yani kelimelere de insanoğlunun ta kendisi, kendi değerini o kelimeye biçerek karşısındakine aktarıyormuş. Demek ki, kelimenin değeri, kelimeyi söyleyen kişinin değeri ile doğru orantılıymış.

Bu kelimeyi ilk duyduğumda, bana ilk kez üzerine bastırıla bastırıla yüksek ve öfkeli bir ses tarafından söylendiğinde ne demek olduğunu çok düşündüm. Gerçekten üzerinde durdum. En ufak bir şey de dahi, kendisini hiç unutturmadı. Zihnimin, insanların, sözlüklerin sınırlarından çıkıp baktığımda ise, aslında bu kelimenin nice anlamlar taşıdığını ve insanların farkında olmadan hoyratça kullandığını fark ettim.

Sen kimsin diye sorduklarında bu saatten sonra "Hiç" diye cevap veriyorum. Gelen tepkileri tahmin edersiniz, suratlar allak bullak, insan kendine bunu der mi gibi bir ifade... Emin olun tüm bu tavır ve ifadeler, hiç olmanın güzelliğini hiç yaşamadıkları veya yaşamaya cesaretleri olmadığı için... Herkes bir şeyler olmaya çalışıyor ancak herkes hiç olmaktan çok korkuyor. Oysa bir şey olabilmek için, önce hiç olmak gerekiyormuş. Bir hiç olup, küllerinden yeniden doğmak tıpkı anka gibi...


Bu yüzden kendime münteha-yı hiçî yani hiçliğin en sonu, nihayeti diyorum.  Ben değil artık şarkılar konuşsun... En güzel şarkılarda, en güzel sanatçıların dilinden dökülüp, buluşmak dileğiyle...

Ve son olarak;

"Sen benim bu alemde ünümü duymadın mı hiç? Ben bir hiçim, hiç" Hz. Mevlana

Sevgiyle ya da nasıl istiyorsanız öyle kalın,
Nihan.







21 Şubat 2016 Pazar

Kent mi Dönüşüyor? Sen mi Dönüşüyorsun?



"A me mo burası New York Amerika
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam
Nasıl bir zaman"  derken Rafet El Roman bu şarkıdan çoook yıllar sonra, burada da evlerin bulutlara karışacağını tahmin eder miydi bilinmez...  Ama vizyonunun geniş olduğunu mu yoksa "özenilen" duyguları mı dile getirdiğini mi söylesek bunun kararını yazıyı okuyan / okuyacak olan çok sevgili okurlara bırakıyorum.


Malum, her yer yıkılıyor, yerine "yenisi" yapılıyor. Sonuçta hiçbir şey vazgeçilmez değil mantığından yola çıkılarak olsa gerek ya da tamamen gösteriş için "varsın eski yıkılsın, zaten oturulmuyordu şekerim, bana göre değildi. Hem yenisi yapılırsa daha iyi olur" sonuçta her şeyin en iyisini hak ediyorsunuz...

Her şeyin en iyisini hak etmek veya kendini değerli görmek olması gereken bir farkındalık hali... Burada ise daha başka bir durumdan bahsediyorum. "Benlik imajı"... Farkında mısın gerçekten aidiyet duygularını çatır çatır kafana yıktıklarından? Hatıralarının anılarının üzerine kat kat bina çıktıklarından... Sahi hep en yüksekte oturanın mı deniz manzarası ile uyanmaya hakkı var?

İşte bunların hepsine temel atan ilk önce sensin... Canım sen gitme, sen nereye gidiyorsun? Dünya zaten cetvelle belirlene belirlene çizildi. Senin içerisinde yaşadığın coğrafyanın kilometrekaresi belli, e enlem boylamı da zaten coğrafik olarak biliniyor. Sen gidip de ne yapacaksın başka ülkelere? Oralara kadar gitme, ben yeni yapacağım beton yığını ile senin anılarını yok edeceğim, kökünü orada bırakıp üzerine başka bir çiçek ekeceğim ama olsun, orada da yaşarsın nasılsa aynı havayı soluyorsunuz.

Şimdi hayal et, sana öyle bir site yapacağım ki, içerisinde spor salonundan tut, alışveriş merkezinin bile olduğu aklının hayalinin alamayacağı paket bir yaşam sunacağım. Eh bir tane de Avrupa şehrinin adını verip, onun özelliklerini sıralayacağım. Senin zaten küçük vizyonununu, daha da küçültüp burada bir fanus içerisinde yaşamanı sağlayacağım.  Pes! pazarlamanın böylesi! Daha iyisi olabilir mi ki? Gerçek ancak bu kadar gözününüzün dibine sokularak kandırılabilirdiniz.

Sloganları da gayet yerinde, hepsinin muhteşem bir sloganı ve hemen hemen "bıdı bıdı İstanbul", "bıdı bıdı bir şey" gibi saçma sapan isimleri var... Sen benden gel ev al, ben sana yurtdışı seyahati vereyim çünkü senin için sınırları belirleyen benim, bunları senin yerine ben düşünürüm.  Sonra yine senin için oluşturduğum sınırları görünmez hapishanene geri dönebilirsin.

Gel sen burada yaşa, modern yaşam... Her şeyin burada olsun. Sosyalleşmek mi? E o da bende var. Spor salonun var, yürüyüş parkurun var, o var bu var şu da var... Benden daha iyisini mi bulacaksın? Sana sunduğum sahte ayrıcalığın farkında mısın? Daha ne duruyorsun, hemen bir daire almalısın benden...

Sims oynayanlar bilir, bir zamanların popüler oyunu... Ev yapıyorsun, dayıyorsun döşüyorsun, içine de bir kaç kişi attın mı tamam, işte bir yaşam yarattın. Her yeni mimari yeni bir yaşam. Şu anda olan tam da bu değil mi aslında? O oyundaki arketiplerden nasl bir farkınız olduğunu açıklayabilir misiniz kendinize?

Her yeni fanus, her yeni apartman aslında bu değil mi? Aklını karıştırıyor, alıyor evini çünkü dönüştürecek "olmamış, bizimla değilsın" bir de komplekse soktu seni.. Tamam şimdi oldu daha kolay bir kıvama geldin, amaaan varsın yıkılsın.

Yani demek istediğim, saklamak istedikleri gerçekleri o kadar aleni bir şekilde sunuyorlar ki, sen zannediyorsun ki "vay be ne güzel kapalım şuradan bir yer" hem oraya hem şuraya da yakın. Ulaşım desen mis, peki kaşesi? Muhteşem... Ambalaj desen on numara... E isteyen var mı? Elbette...

Böyle şeylerin hedef kitlesi olmadığımın farkındayım, en azından kendi adıma.. Eh zaten bana hitap etmedikleri de açık... Ama insanların "görmek istediklerine" odaklanmaları da pek hoş değil artık sanki.. Süregelen bir kendini kandırma hali. Tercih artık, onu da siz seçiyorsunuz.

Çocukluğumun çoğunu geçirdiğim yerlerin artık hiçbiri şu anda yok. Fenerbahçe'dekinin üzerine başka bir bina diktiler. Arada konserler falan oluyor. Hatırlayınca da "aaa evet ya, ne güzeldi" diyebiliyorum ve hayali bir serap gibi beliriyor gözümün önünde... Kalp kapağım burkuluyor, iç çekip tekrar olduğum zamana dönüyorum. İzimi, dokunuşlarımı, hatıralarımı yıktığınızı bir kez daha fark ediyorum.

Artık aradan zaman geçmesine de gerek kalmadı. 1-2 ay önce hatıralarınız arasında yerini alıp, trend topic'e adını yazdırmış olan yer bir bakıyorsunuz, aaa yıkılmış. E n'olucakmış buraya peki? Bina... Ne kadar yüksek? Çıkabildiği kadar çıkacakmış arşa, hey maşallah!

Haydi  annelerimiz, büyüklerimiz burası eskiden dutluktu derdi de gülüp geçerdik, ilerleyen zamanlarda çocuğunuz olduğunda kocaman bir beton yığını, estetikten yoksun, saçma bir yerin önünden geçerken anılarınızı yad etmek zorunda kalmazsınız umarım. İnşallah yıllar geçtikten sonra dönüp de "Biliyor musun? Burası eskiden Belgrad Ormanı'ydı" diyecek kadar şuursuzlaşmayız inşallah.

Çok değil bakın 1975 yılının Florya'sı... Şimdi haberlerde burayı çocukların denize atlayarak serinleme ihtiyacını giderdiği, tehlikeli atlayışlar yaptıkları yer olarak geyik haberlerin içerisinde görüyoruz. Demek ki bir şeyleri yaparken, bazı şeylerden mesela denize girmek ihtiyacından mahrum bırakılıyorsun. Temiz denizi koli basili ile tanıştırıyorsun ve bunu yaparken canın hiç acımıyor.

Florya Plajı 1975

Bakırköy Sahil 1981

Kadıköy Moda 1950

Aidiyet duygunu işte senin böyle çatır çatır yok ederler. Şehir içinde göç... Ay bir de bunun havası da "Şekerim ev yıkılsın artık eski kaldık yani, diğerleri ne kadar güzel, keşke yıkılsa"... Maneviyatına ne oldu senin? Bu kadar mı materyalist oldun yahu?

Senin ileride anlatabileceğin bir yer kalacağından emin misin? Neden izin veriyorsun, neden her şeyi bu kadar sorgulamadan enine boyuna düşünmeden kabul ediyorsun?

Sen dedenin doğup büyüdüğü evde büyüdün mü? Büyümedin değil mi? Ben de büyümedim, oradan biliyorum. Evlerin yıkılıp yapılması çok yeni bir şey değil ancak bu kadar ayyuka çıkmış mıydı? Peki sana ilk soruyu neden sordum? Hemen söyleyeyim...

Fransa bisiklet turunu izledin mi hiç? İzlemediysen de izle, geç değil hiç bir şey için... Orada anlarsın aidiyet duygusunun, anılarına, hayatına sahip çıkmanın ne demek olduğunu. Sıra sıra giden bisikletli adamların pedal çevirmesi değil orada sadece olay... Adam, dedesinin doğup büyüdüğü evde yaşıyor. O da bilmez mi yıkıp daha modern ve kaba hatlara sahip bir şey yapmayı? Elbette bilir ama neden yapmıyor bunu hiç düşündün mü?

Aidiyet duygusu senin temelinde yok ki... O yüzden bu da her şeyini etkiliyor. İşini, kendinin kim olduğunu, ilişkilerini... "Ben kimseye ait değilim, kimse de bana" derken aslında doğru söylüyorsun ama ne dediğinin farkında değilsin. Sen kendine bile ait değilsin ki... O yüzden bir takım şeyleri başkasının üstüne atmanı beklemek çok normal ama karşındakinin sana neden böyle davrandığının sorumluluğunu almaya gelince ooouuvvvv! Çünkü, tepenin tası attı, bir şey bitti sorumlusu kim? Karşı taraf...

Evin eski yıktıracaksın, e neden? Çünkü diğerlerinin yanında sakil kaldı. Sorumlu kim? Ev... Neden? Çünkü sakil, sana yakışmıyor.

Şu an buraya bunları yazarken, bir yandan da penceremden dışarıya bakıyorum. Tam odamdan gözüken ufak ama yazın ve ilkbahar akşamları bakarken doyamadığım bir manzaram vardı bana yeten... Birkaç ay sonra bu manzarayı benden daha çok görmeyi hak eden 10-12 katlı binada oturanlar görebilecek. Çünkü benim böyle bir hakkım yok. Çünkü zat-ı şahane inşaat firması böyle uygun gördü(!)


Yukarıdaki fotoğraf anneannemin evinde çekilen çocukluk fotoğraflarımdan biri... Anneannemin evinde... Geçen birkaç ay içinde yıkıntısının önünden geçtim. Çocukluğumu yıkıp, üzerine toz duman eklediler. İnanın bu duyguyu nasıl tarif ederim bilmiyorum. Duygu sömürüsü de yapmıyorum. Daha ne anılarım var burada...

O evde ben ilk çocukluk arkadaşımı edindim, yatıya kaldığımda oturma odasındaki sehpa üzerinde anneannemle kahvaltı ettim. Orada dayımın odasında dayımla beraber oyun oynadım, gitarının tellerini tıngırdattım. Kardeşimle beraber, yeni badana yapıldığında anahtarla o duvarlara resimler çizdim. İlk makyajımı orada yapıp her yeri mahvettim, tüm muzurluklarım oradaydı.

Yengemle orada tanıştım, dedem dayıma aldığı ilk arabayı o evin otoparkına park etti. Mustafa Sandal'ın "Bu Kız Beni Görmeli" şarkısını orada söyleyip, balkon demirlerinden kafamı geçirip anneanneme hiç olmayacak adrenalin yaşattım. Daha neler neler... Ne kadar ufak ama değerli anılar değil mi? En azından benim için öyle...

Daha çok şey anlatırım ama şimdi orada ne var? Yıkıntı... Bana ne kaldı? Sadece bir fotoğraf... Böyle şeylere değer veren bir insanım, malzeme bu, değişmez.

Burada oturan / oturacak insanlara hatta kimseye bir şey dediğim yok. Nasıl istiyorsanız öyle yapın ama ne yaptığınızın da farkında olun. Geri getirebilecek misin bir ona bak...

Yolda yürürken kafanızı yukarı kaldırıp gökyüzüne baktınız mı? Hiç sanmıyorum. Yeni yüzyıl insanının en tipik özelliği, gökyüzü ile olan bağlantısını kesmiş olması... Elinde teknolojinin her türlü nimeti varken, istikbali göklerde aramanızını da beklemiyorum elbette.. Kaldı ki bende buradan ulaşıyorum, buradan sesimi duyuruyorum bir şekilde, kendimce... Neyse konuya dönecek olursak, nasıl bir sis var dikkatinizi çekti mi? Bir noktadan sonra belli kattaki evlerin bir kısmı gözükmüyor bile. Böyle kirli bir  havayı gerçekten solumak istiyor musunuz? Bu konuda emin misiniz?

Son olarak şunu söyleyeceğim, doğayı çok fena katlediyorsunuz. İnşaat firmalarına çamur atmayın şimdi, siz izin veremezseniz hiçbir şey yapamazlar. Ay pardon bir de yasası vardı onun, yıktırmazsan yıkıyorlardı... Hmm tabi o da ironik bak onu unutmuşum. E minareyi çalan kılıfını hazırlayacaktı elbette...

Tüket, tüket, tüket daha çok tüket daha fazla tüket...  Var olanı yıkmayı değil, korumayı öğrenin. Çok zor bir şey değil... Bir arkadaşımın da geçen gün yazdığı gibi "Sürüden ayrılan koyun olup, kurtlara meydan okumak gerek bazen. ALIŞMAYIN!"




Sevgiyle kalın,
Nihan.






















31 Ocak 2016 Pazar

Okların İşaret Ettiği İsim: Justin Bieber

Uzun bir aradan sonra yine buradayım. Markalama ve markalama üzerine güncel konular hayatlarımıza bir şekilde nasıl entegre oldukları, yaşam biçimimizi, bizi, tavırlarımızı hal ve hareketlerimize neyin hatta nelerin nasıl yansıdığını da ele alacağım ilerleyen günlerde... Ve tabi ki niyetim yazmayı bu kadar uzun süre bırakmamak...

Kişi markalaması üzerine daha önce bir yazı paylaşmıştım. Hatta kendi yazdığım tezimi çürütmüştüm lakin evet bakış açısına göre yazdıklarımda haklılık payı mutlaka var. Ancak gelelim ve görelim ki şu anda hatta günümüzde durum pek de öyle işlemiyor. Takipçileriniz hayranlarınız neredeyse onların baktığı yerde olmanız şart.

Bu yüzdendir ki, tezimde ele aldığım kişi markalarını kütüphanede tutmak yerine, burada sizlerle elimden geldiğince kısa fakat etkili bir şekilde paylaşmaya ve aktarmaya çalışacağım. Dolayısıyla kaynaklara yeni kaynaklar eklenmiş ve sadece bir ya da iki tanesini alıntı yaptığım konuya göre belirteceğim. 

İlk kişisel markamız; Justin Bieber. "Haydi canım yok artık sende saçmaladın" diyen kafa sesinize lütfen susmasını söyleyin. Bizi de zaten hep o kafa sesi engellemiyor mu? Tıpkı benim bir müddet yazmayı bırakmam gibi.. Neyse, konumuza dönersek okların işaret ettiği isim Justin Bieber.

Youtube'a yüklediği videonun aşırı ilgi görmesi ve bu arada "hamurunda starlık" olan bu çocuğu Scoot Braun'un keşfetmesiyle  Justin Bieber bir anda hayatlarımız içerisine dalıverdi. Fakat önce şunu bir hatırlayalım marka neydi? Amerikan Pazarlama Birliği (AMA)'nin tanımıa göre; " ‘Marka; bir isim, terim, işaret, sembol ya da diğer göstergelerin bir satıcının ürününü diğerlerinden ayırt edici nitelikte olmasıdır."  İşte hatta kendisine şöhret kapılarını aralayan videosu... Hatta "kidrauhl" Youtube hesabında eski ve yeni olmak üzere videolarını da paylaşmaya devam ediyor diye de bir dipnot düşeyim. 



Ancak kişisel markalama bundan daha da farklı adımları içerisinde barındırıyor. Daha mini minnacık bir çocuk iken, "Baby" şarkısı ile hayatımıza nüfuz etti. Sesinin kız sesine benzetilmesinden tutun da, tarzından, kıza benzetilmesine kadar alay edilebileceği ne kadar özelliği varsa -kendilerince- hepsini bir silah olarak teker teker kullandılar. Ama önce bellekleri tazelemek adına, Ludacris'in desteği ile "Baby" şarkısını bir kez daha dinleyelim. Hatta biraz dikkatli izlerseniz klipte Drake'in de yer aldığını görebilirsiniz. ;)


Dahası bu şarkı beğenilmedi, alay edildi. İtiraf edeyim ilk duyduğumda şarkıyı paylaştım "çok iyi" diye, hatta bıkana kadar da dinledim. Kişi, etraftan duyduklarını -öyle olmasa bile- daha çabuk kabulleniyor sanırım. Üçüncü kişi etkisi dediğimiz olay tam da burada gerçekleşiyor. Sadede gelirsem, şarkıyı bir müddet sonra gizli gizli dinlemeye ve hatta Justin Bieber konuşulan ortamlarda susmayı tercih ettim. O zaman bir "Belieber" mıydım? Hayır. Peki şimdi? 

Sonra ne oldu şarkı tıklanma rekoru kırdı fakat yine de alay edenler, bu işi başaramadığını beceremediğini söyleyenler hep oldu. Halbuki bu düşünceler, bu düşünceleri dile dökenlerin kendi sınırlarından ibaretti. Kendilerinin yapamadığı şeyleri, başkaları da yapamaz diye düşünüp, çat çat yaftalamaya devam ettiler. Kendilerince... 

Hayatımıza dahil olduğu ilk andan itibaren o kadar çok iyi veya kötü yönde hakkında konuşulmaya başlandı ki, bir yandan ondan nefret eden bir kutup ortaya çıkarken; bir yandan da kendisine inanan ve her daim arkasında duran "Belieber"lar ortaya çıktı. Yani artık Justin Bieber'ın her defasında onlara sevgisini dile getirdiği bir  sanal topluluğu hatta tabir-i caizse sanal ve birbirine görünmez ağlarla kenetleniş sanal bir ordusu bulunmaktaydı. 

İster sevin ister sevmeyin, o miniminnacık hayatını kitap bile yapıp, şak diye önümüze de koyuverdi. Yani kendisi ile ilgili neler denildiğine değil; "şimdi ne yapabilirim"e odaklandı.


Bir de elimizde, Justin Bieber’in konser görüntülerinden oluşan ve belgesel tarzı çekilmiş "Never Say Never" isimli 3 boyutlu filmi bulunmaktadır. 2011 yılında kendisini ortaya çıkarak bu film IMDB'de çok fazla bir etkiye sahip olmasa da elde ettiği gişe hasılatı dudak uçurtan cinstendir diyebiliriz. Burada da şarkıyı dinleyebilirsiniz.




Yine konumuza daha sözlüksel bir yaklaşımla bakacak olur isek; marka, kişilerin zihninde var olan çağrışımların tümünden oluşmaktadır. Bir marka ne kadar çok çağrışıma sahip ise, o kadar güçlü bir marka olduğu yönündeki kanaat giderek güçlenmektedir. Yani yetenek skalanız ve yaptığınız işler ne kadar çok olur ve çok olduğu anlamda da kendi markanızla uyumlu olur ve en ufak bir çağrışımda akla siz gelirsiniz, işte o zaman olmuş demektir. Mesela, Rihanna deyince aklıma Puma, Mac, Dior gibi markalar geliyorsa ve Dior deyince "aa evet Rihanna" diyorsanız, durum aslında yerini bulmuş demektir. 

Hayranlarınız nereye bakıyorsa, sizde orada olmalısınız demiştim biraz önce... İşte tam da bu noktada sosyal medya bu işin neresinde?  

Sosyal medya aracılığı ile bir nevi müzik dünyasına adım atan Bieber, bu mecranın nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmayı bilen ve bu anlamda bu mecra üzerinde marka haline gelmiş, kendisi ile hayran topluluğu arasında oldukça güçlü, sıkı ve dünyayı etkileyecek şekilde sıkı bir bağ kurmayı oldukça başarılı bir şekilde sağlamıştır. 

Hatta sizi şimdi biraz da şöyle alalım ve "One Time" isimli şarkısı için en yaratıcı videoyu yapan hayranı ve bir arkadaşının da kendisi ile tanışma fırsatı yakalayacağı ve Youtube üzerinden duyurusunu yaptığı videoya bir göz atalım. Demek ki marka olmak için öncelikle hayran topluluğunuzu her daim heyecanlandırmak ve sizin kendinizin onların "evi" olduğunu hissettirmeniz oldukça önemli... Kısaca şunu söyleyebilir miyiz? Gerçek marka, güvenli olanın riskli olduğunu bilir. Yani korkmayın, farklı yoldan gitmek size bir şey kaybettirmez.




Sadece sosyal medyada yaptıkları ile gündemde olmadı aynı zamanda sosyal medyada yayınlanacak işlere imza attı. Bir nevi kendi kariyeri gittikçe sağlamlaşırken, hem hayranları arasındaki bağ hemde dijital imzasını güçlendirecek işlere imza attı. Hayranlar... Justin'in hayat damarlarından biri. O da bunun değerini oldukça iyi biliyor.

Dansa karşı yeteneği var ve bunu artık ön plana çıkarmaya başladığını dile getirmiştim. E hem hayranlar hemde dans ve de Justin Bieber... Neden üçü de bir arada olmasın? Elbette olur. İşte tam da bu noktaları öyle güzel bağladı ki, kısacık bile olsa hayranlarını bir kez daha fethetti. . Demek ki dijital izin yanında, kendi varlığınızı da onlara hissettirmeniz gerekiyor. Her zaman size ulaşabileceklerini ve onların yanınızda ne olursa olsun bilmeleri gerekiyor... "Belieber'lar" ortaya çıkarıyor isek; önce onları kendimize inandırmamız lazım. 

"Belieber" açılımı; Justin Bieber'ın Believe adlı albümü ve soyadının harmanından oluşuyor. Yani işin hem Justin hem de inanmak yanı olunca, markanıza uygun şekilde davranmanız gerekiyor. 




Olaya siyaset açısından yani ülke veya örgütler olarak (AB, NATO, BM gibi.) baktığımızda, aslında kişisel markaların da toplumlar ve olaylar üzerinde önemli bir etkiye ve  güce sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hem de tarihi daha fazla geçmişe dayanan örgütlerden çokça bir biçimde... 

Bunun en iyi örneklerinden biri olarak şu örneği verebiliriz;  Justin Bieber sadece kendisi değil aynı zamanda “Belieber” olarak hitap ettiği hayranlarının da desteğini alan sosyal sorumluluk kampanyalarına imza atmıştır. On sekizinci doğum günü için kendisine hediye göndermek isteyen hayranlarına Twitter hesabı üzerinden seslenerek, kendisine hediye gönderilmesi yerine dünyanın temiz su ihtiyacına dikkat çeken ve dünyanın her bölgesine temiz içme suyu ulaştırmayı hedefleyen Charity:Water’a kendisi adına 18 Dolar bağışta bulunulmasını rica eden bir tweet atmıştır ve yirmi dört saat içerisinde binlerce tweet atılarak, sanatçının hayranları Twitter’da dünya rekoru kırılmasını sağlamıştır. 

Tabi sadece sosyal medya üzerinde değil aynı zamanda kendisine katkı sağlayacak ve ayrıca yine bir marka değeri ekleyecek bilinen ve tanınan markaların yüzü olarak da karşımıza çıkıverdi bir anda... A kişisi veya B kişisi bir markayı üzerinde taşısa evet belki beğenebilirsiniz ancak onu gidip çılgınca tüketmek aklınıza gelmez veya "Aaa bunu mutlaka almalıyım! Aman Tanrım inanamıyorum!" diye çıldırmazsınız. Ancak iş Justin Bieber'a gelince, dergi kapağına verdiği pozlara kadar konuşulmasını sağlayabilirsiniz. 

Kendisi, ünlü markalar Calvin Klein ve Adidas’ın yenilikçi markası NEO’nun yüzü olmuştur. NEO markası Justin Bieber ve hayranlarının içinde bulunduğu hazırlanan tanıtım videosunda marka yüzünün hayran kitlesini de unutmayarak “We Will Always Be Beliebers” sloganını kullanmıştır. Yani her adımında kendi sanal ordusunun farkında ve onların duygularına hitap edecek şekilde ilerlemiştir. Kendisini onlardan ayırmayarak, hatta onlardan farklı olmadığını ve  bir aile olduklarını hissettirmeye özen gösterdi. 






Calvin Klein’ın marka yüzü olmasının belirginleşmesinden sonra, Justin Bieber marka için adeta bir kaldıraç görevi üstelenmiş ve  Calvin Klein resmi Twitter hesabının takipçi sayısı 3.6 milyona ulaşmıştır. Kampanyanın #mycalvins hashtag’i ilk 48 saat içerisinde 1.6 milyon mention’a ulaşmıştır. Burada Justin Bieber’ın bir araya geldiği marka için ne kadar önemli bir etkiye ve kaldıraç gücüne sahip olduğunu söylememe gerek yoktur diye düşünüyorum. 

Eh tabi imaj değiştirirken, bir yandan büyüdüğünü de kanıtlamak zorundaydı. O yüzden ailemizin"sevimli ve efendi" çocuğu imajından çıkıp, bir anda bambaşka bir şekilde hayatımızın odak noktası oluverdi. Alkollü araç kullanma, kefaletle serbest bırakılma, ABD’de istenmeyen kişi ilan edilmesi, madde kullanırken yakalanması veya bu fotoğraflarını Instagram hesabından paylaşması yoğun tepkilere sebep olsa da yine bir şekilde gündemin tam ortasındaydı. 

Justin Bieber’ın marka yüzü olmanın ve sanatçı kişiliğinin yanı sıra aynı zamanda girişimci kimliği de konuşturdu ve kendi markasının altında çıkardığı Girlfriend, Someday ve The Key olmak üzere üç ayrı parfümü hayranlarının beğenisine sundu. Her genç kızın rüyası olduğunu gayet iyi bildiğinden, reklam filminde de hedef kitlesinin "benlik imajı"na öyle bir nokta atışı yaptı ki, hayallerinize kilit vurmayın diyecek kadar da onları cesaretlendirdi... Hatta parfümün kısa filmi bile var. Ancak burada kısa reklam filmine yer vereceğim.

Hayallerinize kilit vurmayın, isterseniz hepiniz Justin'in kız arkadaşı olabilirsiniz, tabi parfümü kullanmak suretiyle... ;)





Hatta öyle ki Girlfriend parfümünün jingle'ı, kendi şarkısı "Boyfriend" oldu. Win win mantığı ile hem parfüm hem de şarkı kazandı. Şarkı içerisinde yer alan "Sen bu parfümü kullandığın sürece, ben senin erkek arkadaşınım ve seni asla yalnız bırakmayacağım" mesajını da "Girlfriend" isimli parfümü ile bağdaştırarak hayranlarının beğenisine sundu. Burada ilgili reklam filmini de ayrıca bulabilirsiniz. Reklam gibi reklam... Ne göze batıyor ne de "olmamış" diyebiliyorsunuz. Mükemmel bir harman, gayet zekice...





Gelelim sosyal medya üzerindeki etkisi ve sosyal medyayı nasıl kullandığına...Yukarıda da bahsettim ancak, topluluk üzerinde ne kadar etkili olduğuna dair en sağlam örneklerinden birini paylaşacağım şimdi sizlerle...

Günümüzün en önemli sosyal ağlarından biri olan Twitter üzerinden sadece bir tweet atarak NBA’deki oylamalara direkt olarak etki etmesi oldu. Toronto Raptors’ta forma giyen Kyle Lowry’i işaret eden bir tweet atmasıyla beraber, atılan bu tweet 48 bin 680 kez retweet edildi ve hayranları NBA All-Star oylaması için Twitter, Facebook ve Instagram’dan oylamaya katılarak Kyle Lowry’nin oylamada öne geçmesini ve All- Star’da ilk 5 içerisinde oynamasını sağladı. 

Burada sadece bir kişiyi hiç olmamış gibi, hiç yapmadığı bir şey yokmuş gibi göstermeye çalışmıyorum. Sadece gerçekten olana dikkat çekmek niyetim. Bunların her biri gözünüzün önünde oldu bitti ve hala da olmaya devam ediyor. Sadece biraz daha ön plana çıkarıyorum hepsi bu. 

Son albümü "Purpose" ile müzik listelerini alt üst etmeye başladı ve hatta albüm kapağından, içinde yer alan şarkılara kadar merak konusu oldu. Evin uslu, sonrasında yaramaz çocuğu yerini; karakteri, duruşu tarzı oturmuş ve kendini bulmuş bir "Justin" imajına bıraktı.



Yeni imajı ile beraber, yeni bir tarza da büründü ve "What Do You Mean" şarkısı ile Billboard Hot 100 listesinin zirvesini gören en genç erkek sanatçı olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeyi başardı. Sadece kendisi değil aynı zamanda "What Do You Mean" isimli şarkısı da bir gün içerisinde online olarak en fazla dinlenen şarkı olarak ayrı bir rekor elde etti.


Hatta kendi zaferini de sonrasında attığı tweet ile perçinledi ve Adele'in de rekorunu elinden kapmış oldu. Ve hatta bana göre yeni albümü ile müzik dünyasına adımını atar atmaz "Müzik listelerinin sıralamasını ben belirlerim, siz beni takip edersiniz" dedi.





Bu arada tabi ki yine sosyal medya üzerinde aktif rol almaya devam etti. Hayranları ile olan bağını her fırsatta sıkı tutmaya ve onlar ile yakın temas halinde kalmaya özen gösterdi, hala da gösteriyor. Yakın temas artık bir hayranı Retweet etmek veya onun tweetini alıntılamak olarak geçiyor çünkü artık herkes birbirine dijital parmak izi ile dokunuyor. Ve bu noktayı belki de jenerasyon farkının sağladığı önemli bir avantaj olarak Justin Bieber çok da iyi kullanıyor. Hemen bir örneğini paylaştım bile;


Bir dünya turu bileti ardından o tweet içerisinde kendisinden bahsedilmesi ve RT'lemesi sonucu hayranına dünyaları bir kez daha veren Justin Bieber... Daha detaylı incelemek isterseniz: https://twitter.com/beachyyyv/status/680560492390174720

Dahası Instagram'da bir kızın fotoğrafını beğenip, kendi Instagram hesabında kızın kim olduğunu sorması üzerine, hayranları tarafından ışık hızını sollayacak şekilde kızın kim olduğunun bulunmasını ve hatta konunun dünya gündemine oturmasını sağladı. Yani yine sosyal medya üzerinden yazılı ve görsel basına malzeme vererek, kendisi hakkında konuşturmayı başardı. 

E tabi ki "esas kız" bulunana kadar, kendisinin esas kız olduğunu iddia eden bir çok hayranı ortaya çıktı. Bir nevi Sindirella hikayesinin, günümüz versiyonu yazıldı. Esas kız dijitale kendisinden bir iz bıraktı ve Justin de bu iz üzerinden kızın peşine düştü. 


Kendisine yeni bir dünyanın kapılarını açan "kidrauhl" Youtube kanalını unuttu mu peki? Elbette hayır. Burada "Sorry" isimli parçasının akustik versiyonunu alışılmışın dışında bir video ile paylaşmakla kalmayıp hem de kendi yeteneklerini ortaya çıkaran bir şekilde hayranlarına sunmayı tercih etti.



Justin Bieber öyle pek kolay silineceğe benzemiyor,silmeye çalıştıkça daha da fazla içe işleyen bir özelliğe sahip... Hatta kendisinden çıkarılacak binlerce ders bile var... Ta yolun en başındayken "Senden bir şey olmaz, sesin çok kötü" diyenlere şu an olduğu yerden öyle bir selam çakıyor ki, eminim ki kendisini hunharca eleştirenler bile, bunları dile getirirken ne kadar büyük bir fitili ateşlediklerini tahmin dahi etmiyorlardı.

Yaptığınız işe odaklanın, başkalarının ne dediğini değil, nerede olmak istediğinizi düşünün. Yani sadece kimse size inanmıyorsa bile, siz kendinize inanın. Siz inandıktan sonra kendinize çektiğiniz sınırlar bile kendiliğinden ortadan teker teker kalkmaya başlayacaktır.

Gandhi'nin de dediği gibi "Önce seni görmezden gelirler, sonra alay ederler, sonra seninle savaşırlar, sonra sen kazanırsın." Şu an Justin Bieber bu sözün dördüncü adımında...En azından benim gözlemlerime göre.

Kendine inanan, yapabileceklerini başkalarının sözleri ile sınırlamayan herkesin kazanması dileğiyle... Unutmayın, size söyledikleri her şey sadece kendi sınırlarından ibarettir. Başka bir açıdan bakıp ufkunuzu genişletmek isterseniz fikirlerine değer verdiğim Ayşegül Didem Doğan'ın yazısını da paylaştığım link üzerinden okuyabilirsiniz.


Son olarak Belieber mıyım orası bilinmez ama "Purpose" ile Justin'e daha çok kulak kesildim, bu bir gerçek. Albümün en sevdiğim ve Justin Bieber'ın, hayranı olduğum sanatçı Ed Sheeran ile birlikte seslendirdiği şarkısı ile de yazımı sonlandırıyorum.

Bir de unutmadan "Belieber'lara" bir selam çakıyorum. ;)

Sevgiyle kalın,
Nihan.







Kaynaklar:

Gary Vaynerchuk - Markanız İçin İnterneti Nasıl Kullanmalısınız?

Ceylan Yeginsu, Justin Bieber’s Birthday: Fans Break Social Media World Record on Twitter, Yayın Tarihi 1 Mart 2012, Erişim Tarihi 12 Mayıs 2015.

Adil Demirbuçuk, Justin Keşke ‘Arda’ Deseydi, http://www.hurriyet.com.tr/spor/basketbol/28045608.asp , Yayın Tarihi 25 Ocak 2015, Erişim Tarihi 12 Mayıs 2015.


http://hayat.sozcu.com.tr/justin-bieber-bu-kizi-ariyor-85765/