4 Temmuz 2016 Pazartesi

Münteha-yı Hiçî


Küçük kelimelerin çok büyük yer tutabildiğini, duygularımı telaffuz ederken söylediğimde fark ettim, neden sonra...

Evet burada belki sadece pazarlama konusunda şeyler yazmalı ama burada dolanırken bir lunaparkın içerisindeymişsiniz gibi her an karşınıza neyin çıkacağını bilmeden ilerlemenizi istedim. O yüzden ne sürekli yazdım, ne de belli başlı öğretilmiş / öğretilen şeyleri burada dikte ettim. Söz verip verip tutamamam da bu ruh halimden kaynaklıydı belki de... Neyse.  O yüzden bugün bambaşka bir şey üzerine yazacağım. Kalemimin döndüğü kadar...

Kelimeler, sözcükler belki kimimiz için önemli değil, belki de kimimiz için çok fazla önem taşıyor. Karşımızdaki kişi ile iletişimimizde konuştuklarımızın, seçtiğimiz kelimelerin aslında bizlerle ilgili çok fazla bilgi verdiğini düşünürüm. Ya da bir cümle içerisinde bizim veya karşımızdaki insanın aslında konu, olay veya durumlar hakkında arka planda yatan görüşleri bir noktada ortaya çıkıverir. Bunu ancak, karşınızdakini gerçekten dinlediğinizde anlayabilirsiniz.

Bir şekilde korku salmışsınızdır karşınızdakine, sizden bir şey gizlemek zorunda hissetmiştir kendisini çünkü sıkılmıştır sürekli bağırılıp, çağırılmaktan veya bir düşüncesinin sürekli değersizleştirilmesinden... Yahut bu bambaşka bir durum da olabilir, bunu okurken hiç böyle tek başınıza kalmak, avaz avaz bağırmak veya bir başkasına neler yaptığınız tavır ve davranışları da düşünerek ama gerçekten düşünerek okuyun.

Kelimeler dedim, evet önemsiz değiller, önemliler. Ancak küçük kelimelerde daha büyük anlamlar, duygular gizli, dedim ya, yeni farkına vardım. Dikkatimi çeken ve belki de duyduğum, üzerine düşündüğüm için şu an değineceğim kelimenin ne denli bu kadar anlam gizlediğini fark edebildim. Tamam sadede geliyorum, işte o sihirli kelime "Hiç". Evet "Hiç"

Söylendiği cümlenin arkasından geldiğinde umut, boşvermişlik, ümit, merak, çaresizlik barındıran bir de sözlük anlamı değersiz anlamını taşıyan o sihirli kelime... Sözlük anlamına takılıp kalırsak zaten, bir karınca etrafına çizilen çizgiden nasıl dışarı çıkamıyorsa, bizde o çemberin ötesine bir adım dahi atamayız maalesef... O yüzden öğretilen anlamın dışına da bakmak gerektiğini düşünürüm hep.

Örnek istediğinizi duyar gibiyim o zaman peşi sıra geliyorlar, hepsi sizin için...

"-Niye şapşal şapşal sırıtıyorsun öyle?
- Hiç (mutluluk)"

"-Neden yüzün asık?
- Hiç (Boşvermişlik, üzüntü)"

"-Aklından neler geçiyor?
- Hiç (dalgınlık)"

"- Sen hiç aşık oldun mu? (tam tamına merak)"

 Bunlar benim cümlelerimdi... Peki ya filmler?

"Hiç kapıldın mı o hisse, gitmek istersin hani, aynı zamanda da kalmak gelir içinden?" (Scent of a Woman) 

"Sen hiç soluk ayışığında şeytanla dans ettin mi?" (Batman)

"Sen benimdin, rüyanın görkemiyle doldum. Ben rüyada sultandım, uyanınca hiç oldum" (Shakespeare in Love) 

Bu örnekleri uzun uzadıya sıralar da sıralarız. Ne demiş Cem Karaca ne demiş İlhan İrem ne demiş Sezen Aksu;

"Hayatta hiç bir şeyim az olmadı senin kadar, hiç bir şeyi istemedim seni istediğim kadar" arzu, sahip olma ve ümitsizlik bir "hiç" kelimesi ile bu kadar güzel anlatılabilir miydi?

"Sensizliğin acısını nereden bileceksin ki? Sen hiç sensiz kalmadın ki?" O boşluk, o kaybetme duygusunu tek bir kelimeye böyle sığdırabildiniz mi? Kesinlikle sığdırdınız... Cümleye gerek yok, tek bir şekilde ağızdan döküldüğünde bile binlerce anlama geldi.

"Hiç düşmedim mi aklına?
Hiç çalmadı mı o şarkı?" merak ve umudu bu iki dizeye taşımış.

Hiç demek ki o kadar da yabana atılacak bir kelime değilmiş, değil mi? Değersiz görülen aslında ardında ne kadar anlam, ne kadar duygu barındırabiliyormuş. Önemli olan farkında olmak galiba ama gerçekten farkında olmak. Söylenen kelimeyi de, duyguları da aslında insanın ta kendisi değersizleştiriyormuş.

Sözcükler, kişinin dilinden döküldükten sonra değer kaybediyor veya kazanıyormuş. Yani kelimelere de insanoğlunun ta kendisi, kendi değerini o kelimeye biçerek karşısındakine aktarıyormuş. Demek ki, kelimenin değeri, kelimeyi söyleyen kişinin değeri ile doğru orantılıymış.

Bu kelimeyi ilk duyduğumda, bana ilk kez üzerine bastırıla bastırıla yüksek ve öfkeli bir ses tarafından söylendiğinde ne demek olduğunu çok düşündüm. Gerçekten üzerinde durdum. En ufak bir şey de dahi, kendisini hiç unutturmadı. Zihnimin, insanların, sözlüklerin sınırlarından çıkıp baktığımda ise, aslında bu kelimenin nice anlamlar taşıdığını ve insanların farkında olmadan hoyratça kullandığını fark ettim.

Sen kimsin diye sorduklarında bu saatten sonra "Hiç" diye cevap veriyorum. Gelen tepkileri tahmin edersiniz, suratlar allak bullak, insan kendine bunu der mi gibi bir ifade... Emin olun tüm bu tavır ve ifadeler, hiç olmanın güzelliğini hiç yaşamadıkları veya yaşamaya cesaretleri olmadığı için... Herkes bir şeyler olmaya çalışıyor ancak herkes hiç olmaktan çok korkuyor. Oysa bir şey olabilmek için, önce hiç olmak gerekiyormuş. Bir hiç olup, küllerinden yeniden doğmak tıpkı anka gibi...


Bu yüzden kendime münteha-yı hiçî yani hiçliğin en sonu, nihayeti diyorum.  Ben değil artık şarkılar konuşsun... En güzel şarkılarda, en güzel sanatçıların dilinden dökülüp, buluşmak dileğiyle...

Ve son olarak;

"Sen benim bu alemde ünümü duymadın mı hiç? Ben bir hiçim, hiç" Hz. Mevlana

Sevgiyle ya da nasıl istiyorsanız öyle kalın,
Nihan.







21 Şubat 2016 Pazar

Kent mi Dönüşüyor? Sen mi Dönüşüyorsun?



"A me mo burası New York Amerika
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam
Nasıl bir zaman"  derken Rafet El Roman bu şarkıdan çoook yıllar sonra, burada da evlerin bulutlara karışacağını tahmin eder miydi bilinmez...  Ama vizyonunun geniş olduğunu mu yoksa "özenilen" duyguları mı dile getirdiğini mi söylesek bunun kararını yazıyı okuyan / okuyacak olan çok sevgili okurlara bırakıyorum.


Malum, her yer yıkılıyor, yerine "yenisi" yapılıyor. Sonuçta hiçbir şey vazgeçilmez değil mantığından yola çıkılarak olsa gerek ya da tamamen gösteriş için "varsın eski yıkılsın, zaten oturulmuyordu şekerim, bana göre değildi. Hem yenisi yapılırsa daha iyi olur" sonuçta her şeyin en iyisini hak ediyorsunuz...

Her şeyin en iyisini hak etmek veya kendini değerli görmek olması gereken bir farkındalık hali... Burada ise daha başka bir durumdan bahsediyorum. "Benlik imajı"... Farkında mısın gerçekten aidiyet duygularını çatır çatır kafana yıktıklarından? Hatıralarının anılarının üzerine kat kat bina çıktıklarından... Sahi hep en yüksekte oturanın mı deniz manzarası ile uyanmaya hakkı var?

İşte bunların hepsine temel atan ilk önce sensin... Canım sen gitme, sen nereye gidiyorsun? Dünya zaten cetvelle belirlene belirlene çizildi. Senin içerisinde yaşadığın coğrafyanın kilometrekaresi belli, e enlem boylamı da zaten coğrafik olarak biliniyor. Sen gidip de ne yapacaksın başka ülkelere? Oralara kadar gitme, ben yeni yapacağım beton yığını ile senin anılarını yok edeceğim, kökünü orada bırakıp üzerine başka bir çiçek ekeceğim ama olsun, orada da yaşarsın nasılsa aynı havayı soluyorsunuz.

Şimdi hayal et, sana öyle bir site yapacağım ki, içerisinde spor salonundan tut, alışveriş merkezinin bile olduğu aklının hayalinin alamayacağı paket bir yaşam sunacağım. Eh bir tane de Avrupa şehrinin adını verip, onun özelliklerini sıralayacağım. Senin zaten küçük vizyonununu, daha da küçültüp burada bir fanus içerisinde yaşamanı sağlayacağım.  Pes! pazarlamanın böylesi! Daha iyisi olabilir mi ki? Gerçek ancak bu kadar gözününüzün dibine sokularak kandırılabilirdiniz.

Sloganları da gayet yerinde, hepsinin muhteşem bir sloganı ve hemen hemen "bıdı bıdı İstanbul", "bıdı bıdı bir şey" gibi saçma sapan isimleri var... Sen benden gel ev al, ben sana yurtdışı seyahati vereyim çünkü senin için sınırları belirleyen benim, bunları senin yerine ben düşünürüm.  Sonra yine senin için oluşturduğum sınırları görünmez hapishanene geri dönebilirsin.

Gel sen burada yaşa, modern yaşam... Her şeyin burada olsun. Sosyalleşmek mi? E o da bende var. Spor salonun var, yürüyüş parkurun var, o var bu var şu da var... Benden daha iyisini mi bulacaksın? Sana sunduğum sahte ayrıcalığın farkında mısın? Daha ne duruyorsun, hemen bir daire almalısın benden...

Sims oynayanlar bilir, bir zamanların popüler oyunu... Ev yapıyorsun, dayıyorsun döşüyorsun, içine de bir kaç kişi attın mı tamam, işte bir yaşam yarattın. Her yeni mimari yeni bir yaşam. Şu anda olan tam da bu değil mi aslında? O oyundaki arketiplerden nasl bir farkınız olduğunu açıklayabilir misiniz kendinize?

Her yeni fanus, her yeni apartman aslında bu değil mi? Aklını karıştırıyor, alıyor evini çünkü dönüştürecek "olmamış, bizimla değilsın" bir de komplekse soktu seni.. Tamam şimdi oldu daha kolay bir kıvama geldin, amaaan varsın yıkılsın.

Yani demek istediğim, saklamak istedikleri gerçekleri o kadar aleni bir şekilde sunuyorlar ki, sen zannediyorsun ki "vay be ne güzel kapalım şuradan bir yer" hem oraya hem şuraya da yakın. Ulaşım desen mis, peki kaşesi? Muhteşem... Ambalaj desen on numara... E isteyen var mı? Elbette...

Böyle şeylerin hedef kitlesi olmadığımın farkındayım, en azından kendi adıma.. Eh zaten bana hitap etmedikleri de açık... Ama insanların "görmek istediklerine" odaklanmaları da pek hoş değil artık sanki.. Süregelen bir kendini kandırma hali. Tercih artık, onu da siz seçiyorsunuz.

Çocukluğumun çoğunu geçirdiğim yerlerin artık hiçbiri şu anda yok. Fenerbahçe'dekinin üzerine başka bir bina diktiler. Arada konserler falan oluyor. Hatırlayınca da "aaa evet ya, ne güzeldi" diyebiliyorum ve hayali bir serap gibi beliriyor gözümün önünde... Kalp kapağım burkuluyor, iç çekip tekrar olduğum zamana dönüyorum. İzimi, dokunuşlarımı, hatıralarımı yıktığınızı bir kez daha fark ediyorum.

Artık aradan zaman geçmesine de gerek kalmadı. 1-2 ay önce hatıralarınız arasında yerini alıp, trend topic'e adını yazdırmış olan yer bir bakıyorsunuz, aaa yıkılmış. E n'olucakmış buraya peki? Bina... Ne kadar yüksek? Çıkabildiği kadar çıkacakmış arşa, hey maşallah!

Haydi  annelerimiz, büyüklerimiz burası eskiden dutluktu derdi de gülüp geçerdik, ilerleyen zamanlarda çocuğunuz olduğunda kocaman bir beton yığını, estetikten yoksun, saçma bir yerin önünden geçerken anılarınızı yad etmek zorunda kalmazsınız umarım. İnşallah yıllar geçtikten sonra dönüp de "Biliyor musun? Burası eskiden Belgrad Ormanı'ydı" diyecek kadar şuursuzlaşmayız inşallah.

Çok değil bakın 1975 yılının Florya'sı... Şimdi haberlerde burayı çocukların denize atlayarak serinleme ihtiyacını giderdiği, tehlikeli atlayışlar yaptıkları yer olarak geyik haberlerin içerisinde görüyoruz. Demek ki bir şeyleri yaparken, bazı şeylerden mesela denize girmek ihtiyacından mahrum bırakılıyorsun. Temiz denizi koli basili ile tanıştırıyorsun ve bunu yaparken canın hiç acımıyor.

Florya Plajı 1975

Bakırköy Sahil 1981

Kadıköy Moda 1950

Aidiyet duygunu işte senin böyle çatır çatır yok ederler. Şehir içinde göç... Ay bir de bunun havası da "Şekerim ev yıkılsın artık eski kaldık yani, diğerleri ne kadar güzel, keşke yıkılsa"... Maneviyatına ne oldu senin? Bu kadar mı materyalist oldun yahu?

Senin ileride anlatabileceğin bir yer kalacağından emin misin? Neden izin veriyorsun, neden her şeyi bu kadar sorgulamadan enine boyuna düşünmeden kabul ediyorsun?

Sen dedenin doğup büyüdüğü evde büyüdün mü? Büyümedin değil mi? Ben de büyümedim, oradan biliyorum. Evlerin yıkılıp yapılması çok yeni bir şey değil ancak bu kadar ayyuka çıkmış mıydı? Peki sana ilk soruyu neden sordum? Hemen söyleyeyim...

Fransa bisiklet turunu izledin mi hiç? İzlemediysen de izle, geç değil hiç bir şey için... Orada anlarsın aidiyet duygusunun, anılarına, hayatına sahip çıkmanın ne demek olduğunu. Sıra sıra giden bisikletli adamların pedal çevirmesi değil orada sadece olay... Adam, dedesinin doğup büyüdüğü evde yaşıyor. O da bilmez mi yıkıp daha modern ve kaba hatlara sahip bir şey yapmayı? Elbette bilir ama neden yapmıyor bunu hiç düşündün mü?

Aidiyet duygusu senin temelinde yok ki... O yüzden bu da her şeyini etkiliyor. İşini, kendinin kim olduğunu, ilişkilerini... "Ben kimseye ait değilim, kimse de bana" derken aslında doğru söylüyorsun ama ne dediğinin farkında değilsin. Sen kendine bile ait değilsin ki... O yüzden bir takım şeyleri başkasının üstüne atmanı beklemek çok normal ama karşındakinin sana neden böyle davrandığının sorumluluğunu almaya gelince ooouuvvvv! Çünkü, tepenin tası attı, bir şey bitti sorumlusu kim? Karşı taraf...

Evin eski yıktıracaksın, e neden? Çünkü diğerlerinin yanında sakil kaldı. Sorumlu kim? Ev... Neden? Çünkü sakil, sana yakışmıyor.

Şu an buraya bunları yazarken, bir yandan da penceremden dışarıya bakıyorum. Tam odamdan gözüken ufak ama yazın ve ilkbahar akşamları bakarken doyamadığım bir manzaram vardı bana yeten... Birkaç ay sonra bu manzarayı benden daha çok görmeyi hak eden 10-12 katlı binada oturanlar görebilecek. Çünkü benim böyle bir hakkım yok. Çünkü zat-ı şahane inşaat firması böyle uygun gördü(!)


Yukarıdaki fotoğraf anneannemin evinde çekilen çocukluk fotoğraflarımdan biri... Anneannemin evinde... Geçen birkaç ay içinde yıkıntısının önünden geçtim. Çocukluğumu yıkıp, üzerine toz duman eklediler. İnanın bu duyguyu nasıl tarif ederim bilmiyorum. Duygu sömürüsü de yapmıyorum. Daha ne anılarım var burada...

O evde ben ilk çocukluk arkadaşımı edindim, yatıya kaldığımda oturma odasındaki sehpa üzerinde anneannemle kahvaltı ettim. Orada dayımın odasında dayımla beraber oyun oynadım, gitarının tellerini tıngırdattım. Kardeşimle beraber, yeni badana yapıldığında anahtarla o duvarlara resimler çizdim. İlk makyajımı orada yapıp her yeri mahvettim, tüm muzurluklarım oradaydı.

Yengemle orada tanıştım, dedem dayıma aldığı ilk arabayı o evin otoparkına park etti. Mustafa Sandal'ın "Bu Kız Beni Görmeli" şarkısını orada söyleyip, balkon demirlerinden kafamı geçirip anneanneme hiç olmayacak adrenalin yaşattım. Daha neler neler... Ne kadar ufak ama değerli anılar değil mi? En azından benim için öyle...

Daha çok şey anlatırım ama şimdi orada ne var? Yıkıntı... Bana ne kaldı? Sadece bir fotoğraf... Böyle şeylere değer veren bir insanım, malzeme bu, değişmez.

Burada oturan / oturacak insanlara hatta kimseye bir şey dediğim yok. Nasıl istiyorsanız öyle yapın ama ne yaptığınızın da farkında olun. Geri getirebilecek misin bir ona bak...

Yolda yürürken kafanızı yukarı kaldırıp gökyüzüne baktınız mı? Hiç sanmıyorum. Yeni yüzyıl insanının en tipik özelliği, gökyüzü ile olan bağlantısını kesmiş olması... Elinde teknolojinin her türlü nimeti varken, istikbali göklerde aramanızını da beklemiyorum elbette.. Kaldı ki bende buradan ulaşıyorum, buradan sesimi duyuruyorum bir şekilde, kendimce... Neyse konuya dönecek olursak, nasıl bir sis var dikkatinizi çekti mi? Bir noktadan sonra belli kattaki evlerin bir kısmı gözükmüyor bile. Böyle kirli bir  havayı gerçekten solumak istiyor musunuz? Bu konuda emin misiniz?

Son olarak şunu söyleyeceğim, doğayı çok fena katlediyorsunuz. İnşaat firmalarına çamur atmayın şimdi, siz izin veremezseniz hiçbir şey yapamazlar. Ay pardon bir de yasası vardı onun, yıktırmazsan yıkıyorlardı... Hmm tabi o da ironik bak onu unutmuşum. E minareyi çalan kılıfını hazırlayacaktı elbette...

Tüket, tüket, tüket daha çok tüket daha fazla tüket...  Var olanı yıkmayı değil, korumayı öğrenin. Çok zor bir şey değil... Bir arkadaşımın da geçen gün yazdığı gibi "Sürüden ayrılan koyun olup, kurtlara meydan okumak gerek bazen. ALIŞMAYIN!"




Sevgiyle kalın,
Nihan.






















31 Ocak 2016 Pazar

Okların İşaret Ettiği İsim: Justin Bieber

Uzun bir aradan sonra yine buradayım. Markalama ve markalama üzerine güncel konular hayatlarımıza bir şekilde nasıl entegre oldukları, yaşam biçimimizi, bizi, tavırlarımızı hal ve hareketlerimize neyin hatta nelerin nasıl yansıdığını da ele alacağım ilerleyen günlerde... Ve tabi ki niyetim yazmayı bu kadar uzun süre bırakmamak...

Kişi markalaması üzerine daha önce bir yazı paylaşmıştım. Hatta kendi yazdığım tezimi çürütmüştüm lakin evet bakış açısına göre yazdıklarımda haklılık payı mutlaka var. Ancak gelelim ve görelim ki şu anda hatta günümüzde durum pek de öyle işlemiyor. Takipçileriniz hayranlarınız neredeyse onların baktığı yerde olmanız şart.

Bu yüzdendir ki, tezimde ele aldığım kişi markalarını kütüphanede tutmak yerine, burada sizlerle elimden geldiğince kısa fakat etkili bir şekilde paylaşmaya ve aktarmaya çalışacağım. Dolayısıyla kaynaklara yeni kaynaklar eklenmiş ve sadece bir ya da iki tanesini alıntı yaptığım konuya göre belirteceğim. 

İlk kişisel markamız; Justin Bieber. "Haydi canım yok artık sende saçmaladın" diyen kafa sesinize lütfen susmasını söyleyin. Bizi de zaten hep o kafa sesi engellemiyor mu? Tıpkı benim bir müddet yazmayı bırakmam gibi.. Neyse, konumuza dönersek okların işaret ettiği isim Justin Bieber.

Youtube'a yüklediği videonun aşırı ilgi görmesi ve bu arada "hamurunda starlık" olan bu çocuğu Scoot Braun'un keşfetmesiyle  Justin Bieber bir anda hayatlarımız içerisine dalıverdi. Fakat önce şunu bir hatırlayalım marka neydi? Amerikan Pazarlama Birliği (AMA)'nin tanımıa göre; " ‘Marka; bir isim, terim, işaret, sembol ya da diğer göstergelerin bir satıcının ürününü diğerlerinden ayırt edici nitelikte olmasıdır."  İşte hatta kendisine şöhret kapılarını aralayan videosu... Hatta "kidrauhl" Youtube hesabında eski ve yeni olmak üzere videolarını da paylaşmaya devam ediyor diye de bir dipnot düşeyim. 



Ancak kişisel markalama bundan daha da farklı adımları içerisinde barındırıyor. Daha mini minnacık bir çocuk iken, "Baby" şarkısı ile hayatımıza nüfuz etti. Sesinin kız sesine benzetilmesinden tutun da, tarzından, kıza benzetilmesine kadar alay edilebileceği ne kadar özelliği varsa -kendilerince- hepsini bir silah olarak teker teker kullandılar. Ama önce bellekleri tazelemek adına, Ludacris'in desteği ile "Baby" şarkısını bir kez daha dinleyelim. Hatta biraz dikkatli izlerseniz klipte Drake'in de yer aldığını görebilirsiniz. ;)


Dahası bu şarkı beğenilmedi, alay edildi. İtiraf edeyim ilk duyduğumda şarkıyı paylaştım "çok iyi" diye, hatta bıkana kadar da dinledim. Kişi, etraftan duyduklarını -öyle olmasa bile- daha çabuk kabulleniyor sanırım. Üçüncü kişi etkisi dediğimiz olay tam da burada gerçekleşiyor. Sadede gelirsem, şarkıyı bir müddet sonra gizli gizli dinlemeye ve hatta Justin Bieber konuşulan ortamlarda susmayı tercih ettim. O zaman bir "Belieber" mıydım? Hayır. Peki şimdi? 

Sonra ne oldu şarkı tıklanma rekoru kırdı fakat yine de alay edenler, bu işi başaramadığını beceremediğini söyleyenler hep oldu. Halbuki bu düşünceler, bu düşünceleri dile dökenlerin kendi sınırlarından ibaretti. Kendilerinin yapamadığı şeyleri, başkaları da yapamaz diye düşünüp, çat çat yaftalamaya devam ettiler. Kendilerince... 

Hayatımıza dahil olduğu ilk andan itibaren o kadar çok iyi veya kötü yönde hakkında konuşulmaya başlandı ki, bir yandan ondan nefret eden bir kutup ortaya çıkarken; bir yandan da kendisine inanan ve her daim arkasında duran "Belieber"lar ortaya çıktı. Yani artık Justin Bieber'ın her defasında onlara sevgisini dile getirdiği bir  sanal topluluğu hatta tabir-i caizse sanal ve birbirine görünmez ağlarla kenetleniş sanal bir ordusu bulunmaktaydı. 

İster sevin ister sevmeyin, o miniminnacık hayatını kitap bile yapıp, şak diye önümüze de koyuverdi. Yani kendisi ile ilgili neler denildiğine değil; "şimdi ne yapabilirim"e odaklandı.


Bir de elimizde, Justin Bieber’in konser görüntülerinden oluşan ve belgesel tarzı çekilmiş "Never Say Never" isimli 3 boyutlu filmi bulunmaktadır. 2011 yılında kendisini ortaya çıkarak bu film IMDB'de çok fazla bir etkiye sahip olmasa da elde ettiği gişe hasılatı dudak uçurtan cinstendir diyebiliriz. Burada da şarkıyı dinleyebilirsiniz.




Yine konumuza daha sözlüksel bir yaklaşımla bakacak olur isek; marka, kişilerin zihninde var olan çağrışımların tümünden oluşmaktadır. Bir marka ne kadar çok çağrışıma sahip ise, o kadar güçlü bir marka olduğu yönündeki kanaat giderek güçlenmektedir. Yani yetenek skalanız ve yaptığınız işler ne kadar çok olur ve çok olduğu anlamda da kendi markanızla uyumlu olur ve en ufak bir çağrışımda akla siz gelirsiniz, işte o zaman olmuş demektir. Mesela, Rihanna deyince aklıma Puma, Mac, Dior gibi markalar geliyorsa ve Dior deyince "aa evet Rihanna" diyorsanız, durum aslında yerini bulmuş demektir. 

Hayranlarınız nereye bakıyorsa, sizde orada olmalısınız demiştim biraz önce... İşte tam da bu noktada sosyal medya bu işin neresinde?  

Sosyal medya aracılığı ile bir nevi müzik dünyasına adım atan Bieber, bu mecranın nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmayı bilen ve bu anlamda bu mecra üzerinde marka haline gelmiş, kendisi ile hayran topluluğu arasında oldukça güçlü, sıkı ve dünyayı etkileyecek şekilde sıkı bir bağ kurmayı oldukça başarılı bir şekilde sağlamıştır. 

Hatta sizi şimdi biraz da şöyle alalım ve "One Time" isimli şarkısı için en yaratıcı videoyu yapan hayranı ve bir arkadaşının da kendisi ile tanışma fırsatı yakalayacağı ve Youtube üzerinden duyurusunu yaptığı videoya bir göz atalım. Demek ki marka olmak için öncelikle hayran topluluğunuzu her daim heyecanlandırmak ve sizin kendinizin onların "evi" olduğunu hissettirmeniz oldukça önemli... Kısaca şunu söyleyebilir miyiz? Gerçek marka, güvenli olanın riskli olduğunu bilir. Yani korkmayın, farklı yoldan gitmek size bir şey kaybettirmez.




Sadece sosyal medyada yaptıkları ile gündemde olmadı aynı zamanda sosyal medyada yayınlanacak işlere imza attı. Bir nevi kendi kariyeri gittikçe sağlamlaşırken, hem hayranları arasındaki bağ hemde dijital imzasını güçlendirecek işlere imza attı. Hayranlar... Justin'in hayat damarlarından biri. O da bunun değerini oldukça iyi biliyor.

Dansa karşı yeteneği var ve bunu artık ön plana çıkarmaya başladığını dile getirmiştim. E hem hayranlar hemde dans ve de Justin Bieber... Neden üçü de bir arada olmasın? Elbette olur. İşte tam da bu noktaları öyle güzel bağladı ki, kısacık bile olsa hayranlarını bir kez daha fethetti. . Demek ki dijital izin yanında, kendi varlığınızı da onlara hissettirmeniz gerekiyor. Her zaman size ulaşabileceklerini ve onların yanınızda ne olursa olsun bilmeleri gerekiyor... "Belieber'lar" ortaya çıkarıyor isek; önce onları kendimize inandırmamız lazım. 

"Belieber" açılımı; Justin Bieber'ın Believe adlı albümü ve soyadının harmanından oluşuyor. Yani işin hem Justin hem de inanmak yanı olunca, markanıza uygun şekilde davranmanız gerekiyor. 




Olaya siyaset açısından yani ülke veya örgütler olarak (AB, NATO, BM gibi.) baktığımızda, aslında kişisel markaların da toplumlar ve olaylar üzerinde önemli bir etkiye ve  güce sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hem de tarihi daha fazla geçmişe dayanan örgütlerden çokça bir biçimde... 

Bunun en iyi örneklerinden biri olarak şu örneği verebiliriz;  Justin Bieber sadece kendisi değil aynı zamanda “Belieber” olarak hitap ettiği hayranlarının da desteğini alan sosyal sorumluluk kampanyalarına imza atmıştır. On sekizinci doğum günü için kendisine hediye göndermek isteyen hayranlarına Twitter hesabı üzerinden seslenerek, kendisine hediye gönderilmesi yerine dünyanın temiz su ihtiyacına dikkat çeken ve dünyanın her bölgesine temiz içme suyu ulaştırmayı hedefleyen Charity:Water’a kendisi adına 18 Dolar bağışta bulunulmasını rica eden bir tweet atmıştır ve yirmi dört saat içerisinde binlerce tweet atılarak, sanatçının hayranları Twitter’da dünya rekoru kırılmasını sağlamıştır. 

Tabi sadece sosyal medya üzerinde değil aynı zamanda kendisine katkı sağlayacak ve ayrıca yine bir marka değeri ekleyecek bilinen ve tanınan markaların yüzü olarak da karşımıza çıkıverdi bir anda... A kişisi veya B kişisi bir markayı üzerinde taşısa evet belki beğenebilirsiniz ancak onu gidip çılgınca tüketmek aklınıza gelmez veya "Aaa bunu mutlaka almalıyım! Aman Tanrım inanamıyorum!" diye çıldırmazsınız. Ancak iş Justin Bieber'a gelince, dergi kapağına verdiği pozlara kadar konuşulmasını sağlayabilirsiniz. 

Kendisi, ünlü markalar Calvin Klein ve Adidas’ın yenilikçi markası NEO’nun yüzü olmuştur. NEO markası Justin Bieber ve hayranlarının içinde bulunduğu hazırlanan tanıtım videosunda marka yüzünün hayran kitlesini de unutmayarak “We Will Always Be Beliebers” sloganını kullanmıştır. Yani her adımında kendi sanal ordusunun farkında ve onların duygularına hitap edecek şekilde ilerlemiştir. Kendisini onlardan ayırmayarak, hatta onlardan farklı olmadığını ve  bir aile olduklarını hissettirmeye özen gösterdi. 






Calvin Klein’ın marka yüzü olmasının belirginleşmesinden sonra, Justin Bieber marka için adeta bir kaldıraç görevi üstelenmiş ve  Calvin Klein resmi Twitter hesabının takipçi sayısı 3.6 milyona ulaşmıştır. Kampanyanın #mycalvins hashtag’i ilk 48 saat içerisinde 1.6 milyon mention’a ulaşmıştır. Burada Justin Bieber’ın bir araya geldiği marka için ne kadar önemli bir etkiye ve kaldıraç gücüne sahip olduğunu söylememe gerek yoktur diye düşünüyorum. 

Eh tabi imaj değiştirirken, bir yandan büyüdüğünü de kanıtlamak zorundaydı. O yüzden ailemizin"sevimli ve efendi" çocuğu imajından çıkıp, bir anda bambaşka bir şekilde hayatımızın odak noktası oluverdi. Alkollü araç kullanma, kefaletle serbest bırakılma, ABD’de istenmeyen kişi ilan edilmesi, madde kullanırken yakalanması veya bu fotoğraflarını Instagram hesabından paylaşması yoğun tepkilere sebep olsa da yine bir şekilde gündemin tam ortasındaydı. 

Justin Bieber’ın marka yüzü olmanın ve sanatçı kişiliğinin yanı sıra aynı zamanda girişimci kimliği de konuşturdu ve kendi markasının altında çıkardığı Girlfriend, Someday ve The Key olmak üzere üç ayrı parfümü hayranlarının beğenisine sundu. Her genç kızın rüyası olduğunu gayet iyi bildiğinden, reklam filminde de hedef kitlesinin "benlik imajı"na öyle bir nokta atışı yaptı ki, hayallerinize kilit vurmayın diyecek kadar da onları cesaretlendirdi... Hatta parfümün kısa filmi bile var. Ancak burada kısa reklam filmine yer vereceğim.

Hayallerinize kilit vurmayın, isterseniz hepiniz Justin'in kız arkadaşı olabilirsiniz, tabi parfümü kullanmak suretiyle... ;)





Hatta öyle ki Girlfriend parfümünün jingle'ı, kendi şarkısı "Boyfriend" oldu. Win win mantığı ile hem parfüm hem de şarkı kazandı. Şarkı içerisinde yer alan "Sen bu parfümü kullandığın sürece, ben senin erkek arkadaşınım ve seni asla yalnız bırakmayacağım" mesajını da "Girlfriend" isimli parfümü ile bağdaştırarak hayranlarının beğenisine sundu. Burada ilgili reklam filmini de ayrıca bulabilirsiniz. Reklam gibi reklam... Ne göze batıyor ne de "olmamış" diyebiliyorsunuz. Mükemmel bir harman, gayet zekice...





Gelelim sosyal medya üzerindeki etkisi ve sosyal medyayı nasıl kullandığına...Yukarıda da bahsettim ancak, topluluk üzerinde ne kadar etkili olduğuna dair en sağlam örneklerinden birini paylaşacağım şimdi sizlerle...

Günümüzün en önemli sosyal ağlarından biri olan Twitter üzerinden sadece bir tweet atarak NBA’deki oylamalara direkt olarak etki etmesi oldu. Toronto Raptors’ta forma giyen Kyle Lowry’i işaret eden bir tweet atmasıyla beraber, atılan bu tweet 48 bin 680 kez retweet edildi ve hayranları NBA All-Star oylaması için Twitter, Facebook ve Instagram’dan oylamaya katılarak Kyle Lowry’nin oylamada öne geçmesini ve All- Star’da ilk 5 içerisinde oynamasını sağladı. 

Burada sadece bir kişiyi hiç olmamış gibi, hiç yapmadığı bir şey yokmuş gibi göstermeye çalışmıyorum. Sadece gerçekten olana dikkat çekmek niyetim. Bunların her biri gözünüzün önünde oldu bitti ve hala da olmaya devam ediyor. Sadece biraz daha ön plana çıkarıyorum hepsi bu. 

Son albümü "Purpose" ile müzik listelerini alt üst etmeye başladı ve hatta albüm kapağından, içinde yer alan şarkılara kadar merak konusu oldu. Evin uslu, sonrasında yaramaz çocuğu yerini; karakteri, duruşu tarzı oturmuş ve kendini bulmuş bir "Justin" imajına bıraktı.



Yeni imajı ile beraber, yeni bir tarza da büründü ve "What Do You Mean" şarkısı ile Billboard Hot 100 listesinin zirvesini gören en genç erkek sanatçı olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeyi başardı. Sadece kendisi değil aynı zamanda "What Do You Mean" isimli şarkısı da bir gün içerisinde online olarak en fazla dinlenen şarkı olarak ayrı bir rekor elde etti.


Hatta kendi zaferini de sonrasında attığı tweet ile perçinledi ve Adele'in de rekorunu elinden kapmış oldu. Ve hatta bana göre yeni albümü ile müzik dünyasına adımını atar atmaz "Müzik listelerinin sıralamasını ben belirlerim, siz beni takip edersiniz" dedi.





Bu arada tabi ki yine sosyal medya üzerinde aktif rol almaya devam etti. Hayranları ile olan bağını her fırsatta sıkı tutmaya ve onlar ile yakın temas halinde kalmaya özen gösterdi, hala da gösteriyor. Yakın temas artık bir hayranı Retweet etmek veya onun tweetini alıntılamak olarak geçiyor çünkü artık herkes birbirine dijital parmak izi ile dokunuyor. Ve bu noktayı belki de jenerasyon farkının sağladığı önemli bir avantaj olarak Justin Bieber çok da iyi kullanıyor. Hemen bir örneğini paylaştım bile;


Bir dünya turu bileti ardından o tweet içerisinde kendisinden bahsedilmesi ve RT'lemesi sonucu hayranına dünyaları bir kez daha veren Justin Bieber... Daha detaylı incelemek isterseniz: https://twitter.com/beachyyyv/status/680560492390174720

Dahası Instagram'da bir kızın fotoğrafını beğenip, kendi Instagram hesabında kızın kim olduğunu sorması üzerine, hayranları tarafından ışık hızını sollayacak şekilde kızın kim olduğunun bulunmasını ve hatta konunun dünya gündemine oturmasını sağladı. Yani yine sosyal medya üzerinden yazılı ve görsel basına malzeme vererek, kendisi hakkında konuşturmayı başardı. 

E tabi ki "esas kız" bulunana kadar, kendisinin esas kız olduğunu iddia eden bir çok hayranı ortaya çıktı. Bir nevi Sindirella hikayesinin, günümüz versiyonu yazıldı. Esas kız dijitale kendisinden bir iz bıraktı ve Justin de bu iz üzerinden kızın peşine düştü. 


Kendisine yeni bir dünyanın kapılarını açan "kidrauhl" Youtube kanalını unuttu mu peki? Elbette hayır. Burada "Sorry" isimli parçasının akustik versiyonunu alışılmışın dışında bir video ile paylaşmakla kalmayıp hem de kendi yeteneklerini ortaya çıkaran bir şekilde hayranlarına sunmayı tercih etti.



Justin Bieber öyle pek kolay silineceğe benzemiyor,silmeye çalıştıkça daha da fazla içe işleyen bir özelliğe sahip... Hatta kendisinden çıkarılacak binlerce ders bile var... Ta yolun en başındayken "Senden bir şey olmaz, sesin çok kötü" diyenlere şu an olduğu yerden öyle bir selam çakıyor ki, eminim ki kendisini hunharca eleştirenler bile, bunları dile getirirken ne kadar büyük bir fitili ateşlediklerini tahmin dahi etmiyorlardı.

Yaptığınız işe odaklanın, başkalarının ne dediğini değil, nerede olmak istediğinizi düşünün. Yani sadece kimse size inanmıyorsa bile, siz kendinize inanın. Siz inandıktan sonra kendinize çektiğiniz sınırlar bile kendiliğinden ortadan teker teker kalkmaya başlayacaktır.

Gandhi'nin de dediği gibi "Önce seni görmezden gelirler, sonra alay ederler, sonra seninle savaşırlar, sonra sen kazanırsın." Şu an Justin Bieber bu sözün dördüncü adımında...En azından benim gözlemlerime göre.

Kendine inanan, yapabileceklerini başkalarının sözleri ile sınırlamayan herkesin kazanması dileğiyle... Unutmayın, size söyledikleri her şey sadece kendi sınırlarından ibarettir. Başka bir açıdan bakıp ufkunuzu genişletmek isterseniz fikirlerine değer verdiğim Ayşegül Didem Doğan'ın yazısını da paylaştığım link üzerinden okuyabilirsiniz.


Son olarak Belieber mıyım orası bilinmez ama "Purpose" ile Justin'e daha çok kulak kesildim, bu bir gerçek. Albümün en sevdiğim ve Justin Bieber'ın, hayranı olduğum sanatçı Ed Sheeran ile birlikte seslendirdiği şarkısı ile de yazımı sonlandırıyorum.

Bir de unutmadan "Belieber'lara" bir selam çakıyorum. ;)

Sevgiyle kalın,
Nihan.







Kaynaklar:

Gary Vaynerchuk - Markanız İçin İnterneti Nasıl Kullanmalısınız?

Ceylan Yeginsu, Justin Bieber’s Birthday: Fans Break Social Media World Record on Twitter, Yayın Tarihi 1 Mart 2012, Erişim Tarihi 12 Mayıs 2015.

Adil Demirbuçuk, Justin Keşke ‘Arda’ Deseydi, http://www.hurriyet.com.tr/spor/basketbol/28045608.asp , Yayın Tarihi 25 Ocak 2015, Erişim Tarihi 12 Mayıs 2015.


http://hayat.sozcu.com.tr/justin-bieber-bu-kizi-ariyor-85765/











14 Ekim 2015 Çarşamba

Telefonunu Değil, Kendini Güncelle


Ne zamandır kafamda dönüp duran konuları bir masaya yatırmak istedim.  Konular o kadar karışıktı ki, her telden bir şey vardı ceplerimde.. Ceplerime ellerimi usulca sokup, aldım ne biriktirdiysem. Ellerimdeki tüm malzemeleri masanın üzerine gelişi güzel dağınık bir şekilde bıraktım.

Eldekilerden ne tam hale gelir, neleri bırakmak gerekir.. Neler onarılıp, neyin onarılmayacağını şöyle bir gözden geçirdim. Çoğu eksi püskü, bazıları tozlu, bazısı ise "bu sefer olacak" deyip de, yine kursakta kalan lokma gibi.. O yüzden hepsini çöpe attım.   

Şöyle bir baktığımızda, geçmiş için hayıflanmak, gelecek için hayal etmekle geçiyor günler.. Şimdi'den eser dahi yok. Onu hep ya geçmişi ya da geleceğin nasıl olacağını tasavvur ederken kaybediyoruz. Ortada olmayan bir şey için, var olanı da kaybediyoruz. Peki nedeni nedir?
Kendimce bu duruma iki neden buldum;
İlk olarak tüketimi çok seviyoruz; ikinci olarak da ertelemeyi..

Çıplak geliyoruz sonra kıyafetlerle donatılıyoruz, yetmiyor "anneeee dolabımda hiçbir şey yok!" diye feryat figan bağırıp, kendimizi saracak, paketleyecek yeni "ciciler" almaya gidiyoruz. Bu artık hem kadın hem erkek için de su götürmez bir gerçek. Tüketim toplumuyuz, yalan mı?

Doğum gününde fotoğraf çekiliyorsunuz/ çekiyorsunuz şak o mecraya; şak bu mecraya.. Üstten, alttan, sağdan, soldan o anı yaşamak varken, kendinize özel tek bir an, anı bırakmıyorsunuz. Hiç böyle baktınız mı duruma? Şimdi diyeceksiniz belki de "sen niye burada yazıyorsun?" diye.. Ben burada kendi kendime konuşuyorum ve bundan da çok büyük keyif alıyorum.
Paylaşımlarım genelde düzensiz.. Aklıma esen konu hakkında kendimce gözlemlediğim çıkarımları burada sizlerle paylaşıyorum. Ne yani? Sadece bende mi kalsın? Paylaşımcı olmaktan şikayetçi değilim. Arada ben konuşuyorum, siz okuyorsunuz. İyi ki de okuyorsunuz! Bunun için ayrıca teşekkür ederim teker teker..
Haydi bir de ertelemeye bakalım;

Bedeni kapat, düşünceyi kapat, duyguyu kapat, kalbi kapat.. "Bugün şu işim var, yarın bunu yapmam lazım", Kendimi erteleyeyim canım ne olacak, zaten hep ben bendeyim. Ne zaman istersem ulaşırım." Yok birtanem, o işler öyle olmuyor işte.. Zarar gördükten sonra da kabuk bağlamaya başlıyoruz; "hayatım ben o kadar temkinliyim ki, sana tabi ki ne hissettiğimi söylemeyeceğim, yoksa tepeme çıkarsın"cılık oyunları devreye giriyor.  Bu tür oyunlar işte, insanları kendisine oyuncak etti. Oyuna yeni başlayan, kuralları bilmeyen de düşe kalka öğrendi. Baktı ki olmuyor, kuralı kendisine göre yeniden yazıverdi.

Ama oyun içerisinde mızıkçılık yapmayan, dürüst, gerçekten kalpten hisseden insanlar bir parmağı geçmeyecek olsa da oracıkta durmaktaydı işte.. Neydi ki bu insanların kendilerinden korkulmasına sebep olan? Daha önce hiç gerçek bir sevgi ile karşılaşmamıştı ondan, oysa ki tüm korkaklığın nedeni buydu. Alışık değildi gerçek sevgiye, dürüstlüğe..

Emin olamadı önce karşısındakinden.. "acaba"ların içerisinde döndü durdu, her virajda yeni bir "acaba" merhaba dedi şaşkın yüzüne.. Ama bilmiyor ki önce karşısındakinden değil, kendisinden emin olmalı insan.. Sen kendine ne kadar şeffaf davrandın? Kendini bile bile ne zamandır kandırıyorsun? Ne kadar izin verdin seni kandırmalarına?

Şeffaflık nerede? Aynaya bakınca kendini gerçekten net olarak görebiliyor musun? Dürüst ol, en azından kendine karşı dürüst ol, dene.. Gerçekten kim olduğunu, neyi isteyip istemediğini biliyor musun?

"Bir daha böyle yapmayacağım", "Bir daha bu kadar emek vermeyeceğim" ve daha nice keşke'ler silsilesi..  Kimi zaman pişmanlık, sitem, kendine kızma cümleleri peşi sıra dilden döküldü; kimi zaman öz o kadar ağladı ki, içeride yaşanan o duygular kasnak, kelimeler ise ilmik ilmik işlenen el emeği haline geldi. Öz ağladı, göz daha çok ağladı.

Bilmiyorum, "bu yazı bir pazarlama yazısı mı derseniz?" Nereden baktığınıza bağlı derim. Duygu tüketimi, kendinizi tüketmek (yapmadığınız, harekete geçmediğiniz veya size uymayan şeylere 'hayır' demediğiniz için) olarak ele alırsanız, evet bir pazarlama yazısı.  Her satırı dikkatle okuyun, her satırda binlerce paragraf var.  

Kendinizi sevilmek için olmadığınız gibi "sunduğunuz" için; kendinizle beraber her şeyinizi tükettiğiniz için.. İyi sunmak ve sevilmek adına, kendinize bunu yaptınız maalesef, farkında olarak veya farkında olmadan.. 
Korkmayın! 'Hayır' ın hafifliğini bir kere tattığınızda aslında karşınızdakinin içinden ne çıkacağını da çok daha net görürsünüz. O kelimeye nedense "işine gelmeyen" kimse tahammül edemiyor. Ya hakaret ederler, ya sizi korkak bulurlar, daha da kötüsü 'çıkarlarına uymadığınız için' başka yaftalamalara da maruz kalabilirsiniz fakat önemli olan da bu değil zaten..




Küçükken Yeşilçam filmlerini o kadar izledim ki, hatta yine de açar izlerim zaman zaman. Severim çünkü, seviyorum. O zaman ki şartlarda binbir emekle çekilmiş, burada yer vermek istediğim ancak kelimelerle ifade edilemeyen o naif  duygular o kadar güzel anlatılıyor ki. Özledikçe o duyguları, dönüp başa sarıyorum her bir filmi. "Ah Nerede", "Mavi Boncuk", "Kara Gözlüm", "Çiçek Abbas", "Selvi Boylum Al Yazmalım" daha akla gelmeyen niceleri ama hepsinin görüntüsü hafızalarda öyle değil mi?


Neyse, velhasıl kelam, o filmleri o kadar izledim, o kadar izledim ki.. Sandım ki herkes hep en zor anında etrafında  bir sürü dost bulur; en zor zamanında başını koyacak bir omuz bulup ağlar. Sandım ki, her sevgi en az oradaki kadar saftır. Sandım ki, hayattaki ve insanların kafasındaki değerler tıpkı o filmlerdeki gibi.. Öyle olmasına gerek yokmuş halbuki.


O kadar değinmişken, öylece bırakmayalım.. Belki daha duygusal bir video izlemek istediniz bu yazılardan sonra fakat ben birazcık gülün istedim. :)


 

İyi insanlar biriktirmişim, bir elin parmağını dahi geçmeyecek ender insanlar.. En zor anımda merak edip arayan, ilgilenen, desteğini ve yardımını esirgemeyen. Her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim. 

Duyguları tüketmeyin. Kendinizi de tükettirmeyin.

Kendinizi sevin, kendinize çok iyi bakın. Siz gerçek olmadıkça, "gerçek" olduğunu iddia eden her şey "sahte". 

Kimin sizin hakkınızda ne düşündüğü de umrunuzda olmasın. Kendini bile tartamayan, tartmaya cesareti olmayan sözlerin; sizleri tartmasına izin vermeyin.

Kimse için mükemmel olmayın; olmak zorunda da değilsiniz. Daha çok beklerler!

İçinizdeki gücü serbest bırakın.  Let it go!



Sevgiler,
Nihan.

22 Eylül 2015 Salı

İş Görüşmesi Nedir? Nasıl Olmamalıdır?



Bu sene yeni mezun olan veya olacak olan sıfır km çıtır mezunlar mutaka vardır, olacaktır.. İşte vakti zamanında çok da geç değil, ta ki 3 sene öncesine kadar ben de o sürüye katılan insanlardan biriydim.

Aramızda şanslılarımız mutlaka vardır.. Ne yapmak istediğini, nerede olmak istediğini veya okuduğu bölüm itibariyle geleceğine yatırım yapacak, var olan işini daha da geliştirecek kişiler. Kısaca, nereye gideceklerini bilenler.

Sorsanız kaçı mutludur bu durumdan bilmiyorum, araştırmayı da pek düşünmedim çünkü herkes kendi hayatının dümeninde. Nereye isterse, dümeni oraya kırma özgürlüğüne sahip.

Buraları geçiyorum. Konuya kısa bir giriş yapmamı sağlayan yazıdan ibaretti. Kısa bir paragraf gibi.

İş görüşmeleri, işe başvurmalar malum iş potansiyeli olan belli başlı sitelerde cv hazırlama, sonrasında o işlere başvurma.. O işlerden ezbere mail kutularına düşen "İlgilendiğiniz için teşekkür ederiz. En kısa zamanda dönüş yapacağız." diyerek dönüş yapılmayan ve içerisinde zerre samimiyet ve dürüstlük barındırmayan mailler silsilesi.. Biz sizlerle ilgileniyoruz da, siz bizlerle niye ilgilenmiyorsunuz canısı?

Bu mailler silsilesinin bir de tanıdık silsilesi de mevcut. Hatta en büyük mahalle baskısının çekirdekten yaşandığı, muhteşem ailelerimiz. :)

Ben bu konuda dürüst olacağım, işe giremediğim için endişelenildi ancak hiçbir zaman herhangi bir aşağılanma durumuna ailem tarafından maruz kalmadım. Bu noktada haklarını yiyemem. Sezar'ın hakka Sezar'a. Ancak, duyduğum, duymakta olduğum, ister istemez bir şekilde dışarıdan maruz kaldığım çok fazla durum var.

Neyse konumuza tekrar geri gelelim. Nerede kalmıştık? Heh! Tanıdık silsilesi ve aileler.. Evet efendim, görüldüğü üzere insanların üzerine karabasan gibi çöken iki ayrı yol. Biri oradan çekiştiriyor; biri buradan çekiştiriyor. Gerildikçe geriliyorsunuz. Çünkü, sizi çekiştirmekle o kadar meşguller ki, kendi gürültülerinden sizi hallaç pamuğuna çevirdiklerinin farkında bile değilller.

Kendi seslerinde, endişelerinde, haklılıklarında, gürültülerinde o kadar boğulmuş bir haldeler ki, sizin ne halde olduğunuzu ve ne hale geldiğinizin farkında bile değiller; ta ki siz avaz avaz çığlık atıp, sesinizi yükseltinceye kadar!  Çığlık attıysanız daha da fena "Biz senin için uğraşıyoruz! Kızım/oğlum çalışmayacak mısın? O kadar okudun" bu cümleyi kendi ailenizin sesi gibi değiştirip, size en uygun olacak şekilde de okuyabilirsiniz. Ne de olsa, onlar aynı.. Anne ve Baba. Kafalar bir yerden sonra çete gibi aynı şekilde işliyor. Ufaktan kemire kemire yeyip bitiriyorlar sizi.

Bu arada hak dağıtmaya devam ederken şu noktayı da atlamayayım. Hemen yukarıda yazdığım cümlenin aynısı birebir bana, her sabah, öğlen, akşamüstü ve akşam yemeğinde düzenli olarak temcit pilavı gibi önüme sunuldu. Ancak bilmiyorlar ki, Papaz her gün pilav yemez. Bir yerden sonra duyarsızlaşmaya başladım.

Anne ve Babaya  tabi ki ailenin güngörmüş diğer büyükleri de eklendi. E tabi onlar araya evlilik gibi bir çılgınlığı da eklediler. "Ben daha kendimi geçindiremiyorum, ev mi geçindireceğim! Başka bir boyunduruk altından çıkıp; başka bir boyunduruk altına mı gireceğim! Gerçekten çıldırmış olmalılar!" diye düşündüm ve haklıydım, biliyorum. Hala da aynı düşünüyorum orası ayrı bir nokta.

 Konuyu uzatmadan iş görüşmeleri(!) deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. İş görüşmeleri de en nihayetinde, karşındaki kişiye, verilen işi yapabileceğini kurduğunuz cümlelerin kıvraklığıyla çay/ kahve veya ilk görüşmeniz ise bir bardak su eşliğinde geçtiği süreçtir. Ömürden ömür götürür; kulaklarda uğuldama, el ve ayak terlemesi, yüz kızarrması, iki kelimeyi bir araya getirememe ilk görüşmelerde sıklıkla rastlanır. İstisnalar vardır, onu es geçiyorum.

 Beterin beteri var niteliğinde, kendi iş görüşmelerimi belli yerlere gelmiş ego patlamalarını anlatmayı ve sonuna da mutlu son eklemeyi düşünüyorum. İş görüşmeleri de bir nevi kendini pazarlamadan ibaret değil mi? İnsan bir konuda ne kadar yeteneksiz olur, en canlı örneğiyim.

Arkadaşlar korkmayın! Bunların hepsi bir deneyim ve bir gün eminim onlar beni hatırlamasalar bile, günün birinde kendilerinden böyle bahsedileceklerini bilmiyorlardı.

İlk görüşmem bir dergi ile oldu. Çok sevgili tanıdık silsilesi sayesinde. Bir yerde aracı olan kişiye karşı bir gıcıklığı var herhalde diye düşünüyorum, öyle düşünmeye başladım. Hemen konuya dönüyorum. Aynı kişiye görüşme ayarladığı herkes gıcık oluyordu ki herhalde, hıncını benden aldılar.

Belirtilen saatte sabah 10'da iş yerinde oldum. Benimle görüşme yapacak kişiyi bekliyorum. Gittiğim yerde Küçükçekmece, Bostancı'dan gidiyorum onu da dipnot olarak düşeyim. Gittim, sekretere derdimi anlattım. "X Bey henüz gelmedi, bir arayın isterseniz" dedi. Bir de ne duyayım uykudan yeni uyanmış bir ses, "Saat kaç? Aa geldiniz mi? 12'ye çekelim ancak gelirim" dedi. Gitsene evine Nihan!

12'ye kadar bekledim.. Zat-ı şahaneleri geldi. Geçti masasına, bende karşı koltukta oturuyorum. Siyah beyaz tabi ki kıyafetler, aksi bir renk düşünülemez. CV'mi istedi, uzattım. Yavaş Yavaş çeviriyor, dosyaları.. Dosya içerisine de diploma çıktısını ekledim, "ekle" dediler diye..

Zat-ı şahaneleri, özenle diplomayı dosyadan çıkardı. Tam ortasından diplomayı işaret ve baş parmağıyla yukarı kaldırıp; bir ileri bir geri sallayarak " Kaç paraya aldın bu diplomayı?" dedi.  Bu görüşte olanlarınız var ise; okulu arayıp sorabilirsiniz ilk 10'da bitirdim bölümü. Sağlam bir inektim hep ama zekam, becerim ve yeteneğim 3 saatlik sınava ve bu kıvamdaki insanlar tarafından hakaret yeme ölçeğine göre düzenlendi.

Tek günahım arkadaşlar, özel okulda okumak. Ben 2007 yılında üniversite sınavına girdim. 2008 yılında üniversite sınavına girip, benimle aynı puanı alan kişi İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdi. Bu da dipnot olarak burada dursun.

Olacak olan iş görüşmelerine de ben gitmedim. Çünkü, o sırada başka bir yerde çalışıyordum. İnsanlar beni yarı yolda bırakmadıkça; ben kimseyi bırakmam. Öyle bir düsturum var. İyi mi kötü mü bilmiyorum fakat ben bu huyumu seviyorum. 

En can alıcıları sizlerle paylaşıyorum. Yoksa arada reklam arası gibi daha çok çaylık kahvelik iş görüşmeleri var.  Hakarete uğradıklarımı anlatıyorum ki; sizlere yapmaya yeltenirlerse alın diplomanızı ağızlarının ortasına sokun! o zaman bir tadına varsınlar, o diplomayı kaç paraya aldığınızın. Çünkü, açken kendileri gibi değiller. Ruh emici gibi, yaşam enerjinizi 15 dakikada çekip alıyorlar.

Bir sonraki ise,  bu sene Nisan ayında Türkiye'nin önde gelen şirketleri tarafından yapıldı. Aracı kişi tarafından özgeçmişim iletildi. Daha tezi yazıyorum, herkes benim iş derdime düştü.  "Ara şu saatte seninle konuşacak" dedi. Aradım, tık yok. İki hafta salladı beni saçma sapan bahanelerle. En sonunda aldığım cevap "Siz bana CV'nizi bir yollayın ben bakayım. Size geri dönüş yapayım." Ben zaten iş bulma sitelerinden markalara kendim de CV gönderiyorum, sana ne gerek var bunun için?

"CV'ni gönder" cümlesini duyunca da bu geliyor aklıma.. Neden mi? Çünkü biliyorum ki, gerisi koca bir sessizlik..





Bu sefer çay/kahve içmek, karşılarına geçip egolarını parlatmaları için onlara fırsat vermemeyi düşündüm. Sonra dedim ki, neden olmasın? Yüzleşmek daha iyi olabilir miydi? Belki de.. Bunu bilemem ama şunu biliyorum ki, parmağımı kıpırdatacak kadar bir enerji bile harcamak istemiyordum.

Onlar için enerji harcayacağıma, deveye hendek atlattırırım daha iyi. En azından başka anlamda bir zoru başarırım. Böyle pestenkerani bir olayın içerisine daha sokamazdım kendimi. Kendime yazık, bana günah..

Yüzlerine karşı söylemek istediğim binbir tane şey var.. Tüm bu anlattığım ve gelecekte dahi karşıma çıkmasını öngördüğüm bu ayardaki kişilerin suratına videonun sonundaki gibi güzel dileklerimi iletiyorum. Ayıp be!

İsmail Abi kadar titriniz bile yokmuş, o kadar konuşmamıza bile izin vermediler.





En son yine aynı kişi aracılığıyla başka bir yere CV göndermem istendi. Bu sefer ipler bendeydi, bende olmalıydı. Ve de öyle oldu.

İstedikleri CV ise, olduğu gibi onlara ne olduklarını tüm çıplaklığıyla tam olarak  göstermeliydim.

CV'yi göndereceğim mail adresi geldi. Açtım kalbim kadar temiz bir word dosyası, Google'da salatalık görselleri aradım ve de sizlerle CV içerisinde yer alan görseli paylaşmayı bir borç bildim. Buyurun aşağıda;


Çat diye yapıştrdım, bir paragraflık kısa ve anlamlı bir yazı ekledim. Bu CV Türkiye'nin en önemli yerine gitti, bunu da dipnot olarak düşeyim.   Çat diye yine aynı kararlılıkla gönderdim. Biliyorum, yine ego tatmini; kibar ve samimiyetsiz soğuk tavırlarla karşılaşacağım. Dedim ki, hep kibar oldum, aşağılandım. Alt tarafı edepsiz, terbiyesiz derler. Ben kendimi bildikten sonra, kimsenin ne düşündüğü umurumda değil.

Tabi hikaye hep kötü sonla bitmiyor. Şu an yüksek lisans yapmamı sağlayan ve bana gerçekten bir şans tanıyıp; beni yargılamadan olduğum gibi kabul eden, seven ve beni ajans ailesi içerisine dahil eden Ajans Başkanıma birde buradan teşekkür ediyorum.

Okul için işten ayrılmak zorunda kalırken kendisine de söyledim; buradan bir kez daha yineliyorum. Bana güvendiğiniz, yolumu açtığınız, desteklediğiniz için.. Hayat yolumu çizmemi sağladığınız,  yolumu aydınlattığınız  ve tüm emekleriniz için çok teşekkür ederim! 

 Sizi görebilecek, fark edebilecek iyi insanlar da var, bakın hemen yukarıda anlattım. Umutsuzluğa asla kapılmayın.. Hikaye mutlu sonla da bitiyor, gerçek hayatta da oluyor. :)

Kendiniz gibi olun, sizi mücevhere dönüştürecek kişi zaten sizden anlıyor.

Sevgiler,
Nihan.






























17 Ağustos 2015 Pazartesi

Değiş Ton Ton! Hop Hop!


Yeniden merhaba diyerek  yazılarımı okuyan okurlarımı, ilgisini çektiğim kişileri öncelikle selamlıyorum ve vakit ayırdıkları için de ayrıca teşekkür ediyorum.

Uzuun, epey uzun bir zaman bir şey yazamadım, yazmadım. Bahane sorarsanız eğer, insan kendisini kandırmak istedikten sonra bahane çok fakat bir sürü bahaneyi buraya tabi ki sıralamayacağım.

Bu kadar yazmamanın verdiği etkiyle sosyal medya, reklamlar, neler oluyor neler bitiyor her birini izledim, elimden geldiğince takip ederek doğru yorumlamaya çalıştım. Bu konuları durup da "bugün şunu yazayım" diye belirlemiyorsunuz yani kendi adıma konuşacak olursam, ben öyle yapmıyorum. Bir şekilde ne hakkında yazmam gerektiği kendi kendine oluşuyor. Oluştuktan sonra da biraz da demlemek kalıyor ki, damaklarınızda yavan bir tat bırakmasın diye..

Gözlem.. en sevdiğim ve en önemli özelliğim olduğunu düşündüğüm yeteneğim.  İnsanları, etrafı izlemeyi ve gözlemlemeyi seviyorum. İşte bu gözlem de bana bugün ki konuyu yazmam için bir olanak sağladı. Yavaş yavaş girizgahımı kapattıktan sonra "aman canım bu muydu yani? e bunu bizler de biliyoruz zaten, yeni bir şey değil" diyeceğiniz hisseder, hatta ilerleyen zamanlarda da duyacak gibiyim.

Konumuz, pazarlama ile gelişen ve pazarlamanın el attığı başka bir unsur olan kadın ve kadına yönelik güzellik algısının yıllar geçtikte, pazarlamanın dinamiklerine göre belirlenmesi  ve "şöyle kadın güzeldir", "böyle kadın daha güzeldir", bazısı da der ki "kadın doğal hali ile güzeldir" e haydi canım şimdi birbirimizi kandırmayalım.. Doğallığı seven insan sayısı -hele ki günümüzde- kadın veya erkek fark etmez, oldukça az. Bunu bir ortamdaki konuşmalardan, etrafınıza şöyle bir göz attığınızda gördüğünüz yapaylıkları fark ederek de kolayca kavrayabilirsiniz. Ancak, şuranın da altını bir çizelim ki, demiyoruz ki efendim bakımsız olmayın.. Bakımlı tabi ki olun ama öncesinde kendinizi olduğunuz gibi kabul edin. Detayların hepsi geliyor..

Durup düşündüğünüzde dünya aslında kadınlara çalışıyor.. Erkeklerin de yavaş yavaş fark edilir olduğu bir gerçek fakat kadın kadar değil. Her şeyden önce insan psikolojik bir olgu ve bu olgunun psikolojisini pazarlama yaptığınızı hissettirmeden organik bağ ile  kendinize bağladıktan sonra zaten gerisi çorap söküğü gibi geliyor.

Kadının parfümü, aksesuarı, çantası, ayakkabısı, makyaj malzemesi gibi gibi bir sürü şey ile bağlantılı ve bağımlı olduğunu görebiliriz. Bir de kadının dış görünüşü. Kilolu olmasın, belli hatlara sahip olsun, saçı uzun olsun'dan tutun da.. ; sabah kalktığınızda ise bir bakmışsınız kadın altın orana sahip olsun, kıvrımlı olsun, saçı kısa olsun.. Aaaa n'oldu trend değişti! haydi spor salonunun yolunu tutalım, vücut kıvrımlı olsun diye squat yapalım.  Kadın adeta her an, her gün, her yıl şekil değiştiren bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Bir bakıyorsunuz yılın en seksi mankeni "belirlenen ideal ölçüler"deki kadın olmuşken; bir başka yıl bakıyorsunuz "belirlenen ölçülerdeki en balık etli" kadın olmuş. E peki nereye kadar? Ta ki uyanana kadar, eh tabi eğer uyanmak istiyosanız.

Bakın gerçekten çok ilginç, sporlardaki sponsorluk gelirleri bile en başarılı kadına aktarılmıyor.. Yine spor yaparken en dişi gözüken, en cazibeli kadına veriliyor. Bu da kadının aslında zihinlerde çok öncelerden belirlenmiş bir güzellik algısının tohumlarının atıldığını, hem kadın hem de erkek zihninin bu tohumun yarattığı zehirli sarmaşıklar ile ele geçirildiğinin apaçık ortada olduğunu görüyoruz. Kısacası, güzellik yanılgısı.. Sokrates Dergisi'nde de ele alındığı gibi asıl noktalardan bir tanesi de erkeklerin zihnindeki "ideal kadın" normları.. Ancak bu bile her geçen gün değişiyor fakat değişmediğini de her yılbaşı gecesi Victoria's Secret defilesini izlemek için ekran karşısında ağızları bir karış açık kalarak izleyen erkeklerin hatta "onların" güzellik anlayışına hitap etmiyorsanız sizi "kız kardeş, kanka, asker arkadaşı" gibi görmeleri suretiyle, bu muhabbetin daha başka yanlarına da tanıklık etme şerefine (!) de nail ediyorlar.



Pazarlama görünüşümüzü nasıl değiştirdi peki? Bizler ne ara kendimizi sevmeyen, illa ki o çok beğendimiz insanlar olma uğruna bu kadar reddetik? Aynada her sabah kendimizle karşılaşmamıza rağmen, kendimizi neden bu kadar es geçtik? Sahi hiç mi sevmedik kendimizi?

Kendini sevmeyen insan, istediği kadar estetik yaptırsın, istediği kadar fit olsun ve istediği kadar  bakımlı olsun.. Bunların hepsi, kendisiyle baş başa kaldığı anda tıpkı çok güzel renkte olan bir balonun aniden sönmesine benzer. Sen kendini sevmiyorsun ki! Sen illüzyonu seviyorsun.. Olmak istediğin kişiyi seviyorsun. Hemen dipnot düşeyim, burada kimseyi hedef almıyorum, herkes istediğini yapsın ama bırakın da ben de kendi gördüğüm gerçekleri şurada rahatça bir paylaşayım. Başka bir dipnot daha, insanlar gerçeği sevmez.

Buyurun küçük anektodlarla hep beraber görelim, güzelliğin dönüşümünü..

Varan 1: "Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, kadın imajı önemli ölçüden değişti. Dr. Charles Russell'ın 1753'te yayınlanan The Uses of Sea Water adlı kitabındaki iddialarıyla deniz suyu sağlık kaynağı olarak görüldü. Her yanı örten kullanışsız mayolar yerini 1900'lerin sonlarına doğru ince tek parça mayolara bıraktı".

Varan 2: "George Vigarello 1880'den sonra birçok Avrupa ülkesinde ve ABD'nin birkaç eyaletinde jimnastik derslerinin zorunlu hale getirildiğine dikkat çeker. Bununla beraber, birçok ülkede kadınların oy hakkı talep ettiği dönemde korselerin ve kabarık eteklerin oldukça kısıtlayıcı olduğu hissi yaygınlaştı. Trend belirleme gücüne sahip terziler kadınların görüntüsünü güzelleştirdi. Paul Poiret tarafından tasarlanan elbiseler vücudun doğal hatlarına uygundu; Gabrielle "Coco" Channel adı altında kısa ve kesinlikle özgürleştirici bir şekle büründüler."



Varan 3: "Elizabeth Arden bir isim olmaktan ziyade bir marka niteliği taşıyordu. Arden 1881'de Florence Nightingale Graham adıyla dünyaya geldi. Bayan Adair cilt bakımından ziyade cilt manipülasyonunda uzmanlaşmıştı. Florence Graham, Adair'den çok şey öğrenmişti. Florence ufak çapta cilt bakım kremi üreten Elizabeth Hubbard ile ortak olarak bu yolda bir sonraki adımı atmış oldu. Kremin egzotik bir ismi vardı: Grecian. Dikkat çekici ambalajı ve reklamları üst düzey piyasayı hedef alıyordu ve bunun sebebi salonlarının Beşinci Cadde'de yer almasıydı"

Peki buradan neyi kavrayabiliriz? Mark Tungate'in elinden çıkan ve kaynak olarak da belirttiğim bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Şimdi ise gelelim, Varan 3'ün barındırdığı "güzellik notları"na..

  • "Kadınların yaşlanma belirtilerinin utanılacak bir şey olduğuna ama yavaşlatılabileceğine inandırmak için abartılı hikayeler kullandı."
  • "Reklamları ve kliniğiyle bilimi bakım ve arzuyla birleştirdi."
  • "Kadınların yaşlanma korkularını artırarak milyonlar kazanma yeteneği günümüz güzellik sektörünün başlıca unsuru oldu."

Evet, kırışıklar.. Kırışıklıklar, kaz ayakları.. Bu sadece güzellik anlayışını değiştirdiği bir başka nokta.. Diğerlerine de girersem eğer blog yazısı olmaktan çıkacak konu, o yüzden mümkün olduğunca kısa yollardan dolaşmaya çalışıyorum.

Doğduğunuz andan, yaşamınızın sonlanacağı ana kadar yaşadığınız mutluklar, üzüntüler,  hayal  kırıklıkları ve daha nice duyguyu barındıran  ve o "istenmeyen" olarak işaret edilen o kırışıklıklar.. Bırakın her yaşın bir güzelliği yok mu? e hani vardı?

Ayna karşısında kendi kusurlarınızı bulmaktansa, ayna karşısına her geçtiğinizde kendinize bir öpücük gönderin, göz kırpın -evet biliyorum okurken komik geliyor fakat bir sabah bunu yaptıktan sonra, gününüzün de nasıl daha güzel geçtiğinize şahit olacaksınız- saçınızdaki tokayı çıkarırken bile kendinize nazik davranın, "of şuram şöyle, buram böyle" diyeceğinize kendinizi kabul edin. Ayna karşısında kendinizi sevin. Ancak bunu inanarak ve içinizden gelerek yapın.

Tabi ki ve elbette kilo olarak fazlalığınız olduğunu düşünüyorsanız spor yapın, beslenmenize özen gösterin. Bedeninize iyi davranın. Bakımlı tabi ki olun, kendinize saygınız için.

Kısacası, siz kendinizi sevdikten sonra bu dayatma güzellik algılarına kulaklarınızı tıkamaya başlayacaksınız.

"Bu hayatta garip olan tek şey, herhangi bir farklılığı garip bulmaktır." diyor Sevgili Ayşegül Didem.. Devamı ise, bir "tık" kadar yakın. Haydi durma, bugünden başla!





Sevgiler,
Nihan.




Kaynak: Sokrates Dergi http://www.socratesdergi.com/2015/07/22/guzellik-yanilgisi/, Mark Tungate Pazarlama Görünüşümüzü Nasıl Değiştirdi, MediaCat, İstanbul, 2012.


22 Mayıs 2015 Cuma

LG G4 ile Mükemmel Görün, Mükemmel Hisset!

LG G4, F 1.8 diyafram aralığı ve 16 MP kamera özelliği ile düşük ışık ve portreler için ideal olan ultra-parlak lensi kullanarak muhteşem netlik ve ayrıntı ile parlayan harika-profesyonel görünümlü fotoğraflar çekin.
G4'ün teknolojinin son harikası, kızılötesine duyarlı renk spektrum sensörü, bir fotoğrafın çekilmesinden bir kare önce tüm görünür ışığı analiz eder ve ölçer ve bu sayede bir fotoğrafın renklerinin düşük ışık koşullarında dahi doğal ve canlı görünmesini sağlar. Aydınlık ve karanlığı ayarlayan kamera ayarlarını düzenleyerek her anı bir sanat eserine çevirin, hareketleri daha hızlı dondurun ve daha iyi düşük ışıkta fotoğraf çekin. G4'ün lazer otomatik odaklanma özelliği ve kamera titremesini azaltan gelişmiş bir görüntü sabitleyicisi olan OIS 2.0 ile hızlı ve net fotoğraflar çekin.
Mükemmel selfie'yi yakalamak için ideal olan bu sınıfının en yüksek kalitesine sahip 8 MP ön kamera, LG'nin eğlenceli ve kullanımı kolay Hareketle Çekim ve Tanıma özelliklerini barındırıyor.
IPS Quantum Ekran, zengin ve orijinal renklerde ve şaşırtıcı düzeyde aslına uygun yüksek kontrastlı canlı görüntüler üretir.  Ayrıca, ekranın gün ışığında kolaylıkla görünür olmasını sağlamanın yanı sıra, pürüzsüz ve hızlı tepki sağlayan In-cell Touch Display teknolojiden de yararlanır.
Sanatsal bir hassasiyetten esin alan G4'ün birinci sınıf arka kapakları metalik gri, seramik beyaz, parlak altın ve buğday deri şeklinde sunulmaktadır. Şık renkli arka kapaklar, dokusal olarak işlenmiş diziler şeklinde ayırt ediciliğe sahiptir ve deri seçenekleri, özel iplikle dikilmiş bir dizi ayırt edici renk ve özellik ile sunulmaktadır.
Detay için: http://www.lg.com/tr/smart-phones/lg-LGH815TR
Bir boomads advertorial içeriğidir.