15 Mart 2015 Pazar

90'ların Mor İnekleri



"90'lar denince aklınıza neler geliyor?" diye bir soru sorulduğunda, muhakkak ki çok farklı anılar, düşünceler hafızalarda yerini alıyor ve dillerden dökülmeye başlıyor. Duygular adeta şelale olup çıkıyor.

Çocukluğunu 90'larda yaşamış, sokakta oynayan çocukların son nesli olmaktan da ayrı bir gurur ve keyif her zaman için duydum, duymaktayım.

90'ların bu anlamda doya doya içerisinden geçtiğim bir zaman dilimi ve her güzel şeyin yaşandığı ve sona erdiğinde  kapısını kapatıp çıktığımız bir dönem olması itibariyle, ayrıca aklımıza getirdiği çağrışımlar sebebiyle dönem olarak marka olduğunu söyleyebiliriz.

Bu dönemin hayatımıza en damga vurucu olayı ise, Türk Pop Müziği'nin beklenmedik yükselişi ve ortaya şimdi dahi çıkmayan bir sürü şarkının, hayatımıza yeni giren isimlerle beraber anılmaya başlamasıydı. İşin ilginç yanı, bu isimlerin Türk Pop Müziği ile anılması ve halen anılmaya devam edilmeleridir.  Onların şarkıları hala bam telimize dokunur. Daha samimidir, daha naiftir, daha duygusaldır, daha bizi anlatır. Doğallığından hiç bir şey kaybetmemiştir.



Sırf bu şarkılar yüzünden, tekrar dinleye dinleye nice kasetler bozuldu. Bozuldukça gidildi yenileri alındı. Türk Pop Müziği'ni dünyaya açtılar, şarkıları dillerden düşmedi. Dünya'yı "Şıkıdım Şıkıdım" oynattılar, "Araba" ilk defa bu dönemde dillere  pelesenk olan en popüler kelime oldu.

Her birinin kendine özgü bir tarzı ve duruşu vardı. Duyulduğunda, o şarkının bu mor ineklerden hangisine ait olduğu şıp diye anlaşılırdı. Mor inek dememin sebebi, pop müziğinde kendi kulvarlarında hatta aynı kulvarda olmalarına rağmen, farklı bir yer edinmeleri, diğerleri arasından cımbızla çekilir şekilde sıyrılmalarıydı.

 Peki bu mor inekler kimlerdi? Her birine şimdi sırasıyla göz atalım.

Yonca Evcimik

Hayatımıza 1991 yılında "Abone" şarkısıyla öyle bir giriş yaptı ki, arabesk furyasının  hakim olduğu döneme öyle bir damgasını vurdu ki, her birimiz şaştık kaldık. "Kim bu kız?" demekten kendimizi alamadık.  Türk Pop Müziği'ne cansuyu vermiş ve gelişip büyümesine vesile olmuş yegane sanatçıdır. Bu anlamda adeta, Türk Pop Müziği açısından bir armağandır. 


"Abone" şarkısı espirili sözleri ve şarkıya ait olan kendine has dansıyla başını alıp yürümüştür. Şu an bile o şarkı çaldığında, klipte yer alan dans yapılmaya devam edilmektedir. Zaten o andan itibaren de, kendisine abone olduk. Kendisine olan hayranlığım, kendimi bildikten ve O'nun şarkılarını ezberleyene kadar kasetleri bozuşumdan gelir.

"Kendine Gel" isimli ikinci albümü 1993 yılında hayatımıza girmesiyle beraber, bir reklam kampanyası şeklinde piyasaya sürülen ilk albüm olmuştur. Vücut ritmi ilk kez bu albümde kullanılmıştır. Bu anlamda bakıldığında, "Yonca yine imzasını attı" denilen işlerden biri olup çıkmıştır.



1994 yılında ise, Türkiye'deki ikinci  "8:15 VAPURU" adlı tekliyi  yapan sanatçı olmuştur. Yonca Evcimik tek şarkı ve onun 3 remiksinden oluşan tekliyle yurt dışındaki örneklerinde olduğu gibi yeni albümünün tanıtımını yapmıştır. 

Türk Pop Müziği'nde adeta bomba etkisi yaratmakla kalmamış, arabesk furyasının hakim olduğu dönemde direksiyonu bambaşka bir yöne kırarak, adeta öncülük etmiştir. Pop müziğindeki bu olumlu değişimin en önemli mimarlarından biri, hiç şüphesiz ki Yonca Evcimik'in ta kendisidir.

Marka kimliği açısından ele aldığımızda, yenilikçidir. Kliplerinde kullandığı kıyafetleri, tarzı, yaptığı dansları ve dansçıları ile de ayrıca fark yaratan bir isim olmuştur. Hiç bir klibinde aynı imajla karşımızda olmadığı gibi, sürekli olarak kendisini yenilemiştir. Tabir-i caizse bu anlamda, - ki hiç mütevazi olamayacağım- Türkiye'nin Madonnası'dır.

Şarkılarında gerekse karşısındakine haddini bildirir, aklını başına alması için diller döker eğer anlamıyorsa çeker gider, gerektiği yerde rest çeker, gerektiği yerde de aşkını ilan eder. İşte tam da bu anlamda, her birini içinde barındıran şarkısı vardır aslında.. Bandıra Bandıra..




Mustafa Sandal

Mustafa Sandal için bir cümle söyle deseler, ilk aklıma gelen şeyi söylerim; Türk Pop Müziği'ne adım atmama sebep olan ilk sanatçı. 1994 yılında "Bu Kız Beni Görmeli" dedi ve herkesi kendisine baktırdı. Gözler bu sefer Mustafa Sandal'ın üzerindeydi. O kız, kendisini gördü mü bilinmez ama Türk gençliği kendisini görmüş ve onun şarkılarına kulak kabartmaya başlamıştı bile.



Ta uzaktan duysanız bile, şarkılarının kendisine ait olduğunu anlardınız. Kendine has dansı zaten ilk bakışta dikkatleri çekmişti bir kere. :) Sağ elinizi, göğsünüzün üzerinde yuvarlak hareketler çizerek aslında kimin şarkısını dinlediğinizi veya hangi sanatçının hayranı olduğunuzu da tek bir hareketle anlatmanız gayet mümkündü.


Marka kimliği olarak Mustafa Sandal, farklılıktı bir bakıma. Şarkıların sessiz de söylenebileceğini, sevindiğimizde, sevildiğimizde, üzüldüğümüzde de duygularımızı sessiz bir tonda ve yerinde kelimelerle anlatabileceğimizi göstermişti aslında bizlere.


"Araba" dedi, dünya döndü O'na baktı. Bu klipte, aynı kişi iki farklı karakter olarak karşımıza çıktı ve tabi ki sevgiyi, gaza bastı mı giden değil, emek harcayan kazandı. :) Bu şarkıda sadece bizleri değil, dünyayı çeken bir tını vardı. Şarkıya Fas'ta yeniden klip çekildi, bununla kalmayıp; Rusça, Arapça ve Yunanca olmak üzere tam üç dile çevirisi yapıldı.


Sadece kendi yaptığı albümlerde karşımıza çıkmadı. Aynı zamanda pek çok sanatçıya verdiği şarkılarla, yaptığı vokallerde de varlığını sürdürmeye devam etti. Kısaca bizlere hem kendi seslendirdiği şarkıları, hem verdiği bestelerle ve hem de yaptığı vokallerle jest yaptı, bizde bunların hepsine mest olduk. Sibel Alaş- Adam, Asya-Beni Aldattın, Reyhan Karaca- Sevdik Sevdalandık bahsettiğim vokal ve bestelerin yalnızca seçilmiş örnekleri..



Serdar Ortaç

Serdar Ortaç dendiğinde akla gelen ilk kelime nedir derseniz, "Beste Fabrikası" derim. Radyo programı yaptığı dönemlerde sesinin ince olması sebebiyle kendisini kadın sanan kitleye, "Karabiberim" adlı şarkısı ile adeta sürpriz yaşattı.

Kıpır kıpır, düşündüren, ağlatan, içimize işleyen, rest çeken, insaf dedirten şarkıların söz ve müziklerinin hepsi kendisinin kaleminden notalara ve sözlere dökülerek hayat buldu. Kendine has dansını da bizlere her klibinde gösterdi, bir nesil onun dans hareketlerini nasıl yaptığını bulmaya çalışarak zaman dahi harcamıştır.



"Karabiberim" adlı şarkısının klibinde, göbekten zeytin yiyen ilk sanatçı olup, klip anlamında da bomba patlatmış ve oldukça konuşulmuştur. Şarkılarına sadece kendisi hayat vermemiştir.  Emel Müftüoğlu'ndan, Ebru Gündeş'e, Muazzez Abacı'dan, Sibel Can'a kadar birçok şarkıcının  pop müziğinin tam ortasına yerleşen şarkıları, Serdar Ortaç'ın elinden çıkmıştır. Hatta bu dönemde bile Ajda Pekkan da dahil olmak üzere besteleri başka sanatçılardan dönüp dolaşarak yine kulaklarımıza kadar gelmektedir. Buyurun işte onlardan bir tanesi :)




 Kim ne derse desin, Serdar Ortaç Türk Pop Müziği'nde hiç de göz ardı edilmeyecek bir noktadadır. Şu anki şarkılarını seven ve dinleyen kadar, bunu aksini söyleyen de oldukça mevcut olabilir ancak geriye dödnüp bakıldığında, yapılan işlerin hakkını vermemek de olmaz. Marka kimliği olarak ele alındığında, değişken ve farklıdır. Değişkenlik ve farklılık kendisinin şarkılarına, kliplerine, danslarına, yaptığı bestelerine, yazdığı sözlere kadar kendisini göstermiştir. Adeta her tarz müziğe ayak uyduran bir yeteneğe sahiptir.


Tarkan

Adı dahi söylendiğinde bile, içimizi titreten ve çığlık atma isteğimizi uyandıran, şu anda bulunduğu yerin hakkını vermiş isimdir. "Tarkan" dendiğinde kelimeler ardı ardına geliyor ve her biri cümleye dökülmek için sabırsızlanıyor.

"Kıl Oldum" ile karşımıza çıktığında, hem şarkının sözleri hem de imajı ile çok fazla bir etki uyandırmamış olsa dahi, daha sonra ardı ardına gelen hitler adını kalbimize yazmamıza ve kendisini unutamamamıza sebep oldu. Sonrasında yollarımıza güller döktü, bir şekilde gönüllerimizi kazanmaya bildi, kalbimizin tahtının temellerini de emin ve sağlam adımlara atmaya başladı.


Dünya'yı "Şıkıdım Şıkıdım" oynattı, Türkçe şarkıları dünyaya ezberletti. Peşinden genç kızları sürükledi ve posterleri her birimizin duvarını süsledi. Her ne kadar kliplerinde cesur bir imaj çizse de, kendisi kalbimizin mütevazi prensiydi.


Tarkan'ın da kendine has bir tarzı ve de dansı vardı. Bir erkeğe yakışacak en güzel dansı yıllarca, olumsuz eleştirilere maruz kalsa da, bizlere sergilemeye devam etti ve kendi bildiği yolda en güzel şekilde ilerledi. Dansı da kendisine yakıştırdı, yakıştırmayı da bildi. Halen bile, O'nun gibi dans eden, dans ederken bizleri kendisine hayran bırakan erkek sanatçı karşımıza çıkmış bile değildir.

Tarkan, dansı, tarzı, şarkı sözleri, yaptığı besteler ile adeta kendini bir marka olarak konumlandırmayı bildi. Marka kimliğine baktığımızda bu anlamda, yine farklılık dikkatimizi çekiyor.  Başka bir açıdan ele aldığımzda, kendi tarzından hiçbir zaman sapmamış olması da ayrı bir istikrarı barındırmaktadır.

"Kuzu Kuzu" dedi, bambaşka bir imajla karşımıza çıktı. Zilleri çaldı, yine o müthiş dansını yaptı. Kendi şarkılarını yazmaya başlamasının da böylece temellerini attı. Bu ziller,  konserlerinde kendisine eşlik edilmesi için  "Tarkan Zilleri" olarak hayranlarına dağıtıldı. Kısacası örnek alındı, yaptığı her şey daha önce yapılandan çok daha farklı olduğundan, kendisini izleyen kişilere de farklı olmanın aslında  çok da korkulacak bir şey olmayacağını bir bir gösterdi.



Yonca Evcimik, Mustafa Sandal, Serdar Ortaç ve Tarkan'ın ortak özelliklerine şöyle bir baktığımızda, Türk Pop Müziği üzerinde yoğunlaştıkları, her birinin dans anlamında da öne çıktığı dikkatimizi çekmektedir. Ancak burada çok kilit bir nokta, çok ince bir ayrıntı bulunuyor. Her birinin dansı kendine has, taklit yok. Serdar Ortaç ve Mustafa Sandal'ın dansları da yıllar boyunca konuşuldu ama onlar da kendi bildikleri doğruyu yapmaktan geri adım atmadılar.

Hepsi aynı kulvardaydı, hepsi farklıydı ancak bu farklılıklarını birbirlerinden o kadar güzel ayırdılar ki, her biri kendi gittiği yolda hepimizde ayrı bir iz bıraktı. Klipleri birbirinden farklıydı, imajları farklıydı. Dolayısıyla zamanın en güzelinde, en güzel sanatçıların en güzel şarkılarını dinledik.

Sadece bu anlamda bile, çok şanslı bir nesildik.

Görüşleriniz, tüm beğeni ve eleştirilerinizi, varliknihan@gmail.com adresine iletebilirsiniz. :)

Twitter üzerinden iletişime geçmek ister iseniz, @NihanVarlk adresine hepinizi beklerim. :)

Sevgiyle kalın,
Nihan.













12 Mart 2015 Perşembe

Sosyal Medya Hayatımızın Neresinde?


Sosyal medya hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor diye arada sırada, zaman zaman kendime sormuşluğum çok oluyor. Özellikle sadece birkaç arkadaşım hatta doğrusunu söylemek gerekirse, buna bir elin parmağını dahi geçmeyen arkadaşlarımla bir araya geldiğim zamanlar anlıyorum. Ki, bu arkadaş çevrem her daim görüştüğüm, bir şeyler paylaştığım, muhabbetlerinden keyif aldığım ve zamanın yanlarında nasıl geçtiğini anlamadığım insanlardan oluşuyor. Bu anlamda çok mutluyum, şikayet edecek değilim.

Ancak, gel gelelim ki başka bir açıdan bakıldığında işler epeyce bir değişiyor. Muhakkak ki, her birimizin okul, iş ve başka yerlerde başka kimliklerde olduğu bir çok hayatı var. Bu hayatlarınıza gittiğiniz bir müzik, oyunculuk, senaryo kursu vb. bir takım yerlerde farklı kimliklerde hayat buldurabiliyorsunuz. Burada arkadaş olarak edindiğiniz veya tanıştığınız bir sürü insan var ve su götürmez bir gerçek ki, hepsinin birer sosyal medya hesabı mutlaka var. Facebook, Twitter, Instagram, Pinterest, Swarm, Foursquare ve buna yeni eklenen Snapchat'i de dahil ediyorum ve daha niceleri..


Her birini mutlaka özellikle kendinize yakın bulduklarınızı, ortak paydada buluştuklarınızı veya hoşlandığınız kişileri bu mecralardan ekleyerek aslında bir nevi sinyal göndermiş oluyorsunuz. Bu mecralardan adeta sular seller gibi konuşan bizler, yüzyüze geldiğimizde iki lafın belini dahi kıramıyoruz. Bunun nedeni, kendimizi yazarak daha iyi ifade ettiğimiz için mi, yoksa o anda karşımızdaki kişiyi hiç bekleme / bekletme lüksümüz olmadığından kelimeleri seçemediğimiz için mi geliyor bilmiyorum.

Artık öyle bir noktaya gelindi ki, üç beş kişi bir yere gittiğinde bile, bir masa etrafında toplanmış, birbiriyle konuşmayan sadece telefonuyla ilgilenen bir sürü insana denk gelebilirsiniz. Bunu gözlemlemek için sadece tek bir mekana girmeniz bile yeterli. Çok klişe olacak belki, ki, klişeleri hiç sevmem.. Kalabalıkların içerisinde, herkes aslında yapayalnız..

Sosyal medyayı karalamak gibi bir amaç içerisinde değilim, bizleri dünyaya bağlıyor. Ancak, kendimizi ne kadar kabuğumuza çektiğimizden bahsetmeye çalışıyorum. Çok bahsedilen "hayaller" "hayatlar" olayı aslında tam da bu noktada bu mecralarda yer alıyor.

Facebook sayfamda tam tamına 310 arkadaşım var ve bu arkadaşlarımın sadece beş veya altı tanesi ile gerçekten görüşüyorum, bir şeyler paylaşıyorum.. Şimdi böyle söylüyorum, bu yazıyı Facebook sayfamda paylaştığımda da olur ki okur ve üzerinize alınırsanız gayet mutlu olacağımı belirtmek isterim. Keza bu yazıyı da zaten aslında ne kadar "sağlam bağ"lar kurmak istesek de kuramadığımız için de biraz yazıya döküyorum. :)

Şu açıdan da olaya bakıyoruz belki de.. "Facebook sayfamda var mı? tamam var.. O zaman bir yere gitmez, ne zaman istesem muhabbet ederim, bir tık ötemde.. ". Kaldı ki işin apayrı ve bambaşka boyutları da var.. Diyelim ki, bir kişiyi bulunduğunuz mecralardan çıkardınız yahut yeni tanıştığınız birini eklemediniz, işte o zaman olay çok farklı bir şekil almaya başlıyor.

"Beni eklemedi fakat seni eklemiş. Seni neden ekliyor ki, muhabbetiniz bile yok" buyurun aranıza bir fitne girdi bile, kafanızda sorular sorular düşünceler..  "x'in sevgilisi y'nin altına yorum yapmış, o da onu beğenmiş, bunu gören z'de sevgilisi x ile kavga etmiş" .. arkadaşlıktan çıktım artık, ilişinizi doğru dürüst bile yaşamıyorsunuz.


Mazallah, kişi veya kişileri de çıkardınız bulunduğunuz mecralardan, durum o zaman vahim. Bir veryansınlar , bir feryatlar bir figanlar.. Bu durumları yaşadığınız zaman, artık o kişinin hayatında olmadığınızı, olmayacağınızı ve sizi hayatında artık istemediğinin sinyallerini alıyorsunuz. Beyin artık bu düşünceyi  kendi kendine üretmeye başladı. Halbuki, aslında o kadar feryat figan ettiğiniz kişi belki de bir konuşma uzağınızda ancak bunu bilemiyorsunuz neden? çünkü "aramak" yetinizi kaybettiniz, bir şekilde kaybettirildik.


Sosyal medya artık hayatımızın tam da orta yerinde aslında. Markaların buna dikkat çeken reklamlarından önce, dün rastladığım bir haberi de paylaşmak isterim.  İngiltere'de görülen velayet davasında, bir grup avukat,  Polonya'da yaşayan ebeveyne ulaşamayınca çareyi mahkeme kararını Facebook üzerinden tebliğ etmekte bulmuşlar. İngiliz medyasında yer alan habere göre, Polonya'da ikamet eden ebeveynin kimseyle görüşmek istememesini göz önünde bulunduran mahkeme, avukatların tebligatını da geçerli saymış. Haberi detaylı bir şekilde okumak isterseniz diye linkini de paylaşıyorum. :)
http://www.haberedikkat.com.tr/m/?id=206361

Sosyal medyanın hayatımızı yönlendirdiğinin artık markalar dahi farkında.. ve tutundurma faaliyetlerini de buna göre düzenleyen markalar da var tabi ki. Biraz önce uzun uzadıya bahsettiğimiz, "bir sürü arkadaşım var ancak halimi hatrımı soran iki üç kişi" mevzusuna Nescafe cuk oturan bir reklam yaptı. Tabi bu reklam filmini ilk önce Fransa'da gerçekleştiren marka, daha sonra bunu Türkiye'ye de "adapte" ederek, bizlere sundu. Her iki reklam filmini de hatırlatmak açısından sizlere sunuyorum. :)



Sosyal medyayı eskeza bende aktif olarak kullanan biriyim. Markaların yaptığı dijital kampanyaları, neler yaptıklarını vs. elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Yorum yapıyorum, retweet ediyorum, tweet atıyorum, fotoğraf beğeniyorum, yolda benden yaşça büyük insanların bana "garip" bakışlarına aldırış etmeden Snap atıyorum. Evet, ben de yolda yalnızca elindeki telefona bakıp yürüyenlerdenim.

Aslında durup şöyle bir bakıldığında, bu dijital çağda yaşayan bizlerin iki hayatı var. Biri gerçekten etrafımızda olan bitenlerin yer aldığı gerçek anlamda varlığımızın bulunduğu hayatımız; diğeri ise, sanal hayatımız.

Güneşin doğuşunu veya batışını, martıların uçuşunu, denizlerin dalgasını her an her saniye duyuyoruz, her birine ayrı ayrı bakıyoruz fakat görmüyoruz. Bir yandan başka bir hayata bağlanırken, bir diğerinden uzaklaşıyoruz, kopuyoruz. Bütün bu yazdıklarımı anlamlı bir şekilde açıklayan bir marka var aslında, Coca Cola. Buyurun hep beraber izleyelim..


Markalar elbette sosyal medya kullanımına oldukça özen gösteriyor. Bu mecralarda yer almak özellikle tüketici ile adeta bir buluşma noktası ve hatta kendinize bu mecralarda yaptığınız uygulama, yarışmalarla veya kampanyalarla potansiyel müşteriler de çekerek, hem deneyimsel bir pazarlama yaşatıyorsunuz hem de marka ile mevcut ve potansiyel müşteriler arasında bir bağ kurulmasına yardımcı oluyorsunuz. Bir nevi, marka sadakati yaratmanın yolu da artık sosyal mecralardan geçiyor diyebiliriz.

Annelerin sosyal mecralara ait her türlü özelliği kendi bünyesinde barındırdığını düşünen veya sosyal medya üzerinden bizleri takip ederken verdikleri tepkileri de kullanmanız mümkün. Markalar elbette bu konuya bir şekilde dikkat çekiyor. Burada sizlerin huzuruna  BEKO ve Profilo'ya ait Anneler Günü için hazırladıkları tutundurma faaliyetlerini çıkaracağım.



Ebeveynlerimiz ve bizlerin hayatına bakıldığında mutlak olarak farklılıklar göze çarpıyor her anlamda. Sosyal hayatları, arkadaşlık ilişkileri, sahip oldukları veya edindikleri bir takım şeyler başlı başına bizlerden çok farklı. Konuşma dilimiz, kullandığımız kelimelerin bile birbiriyle ilgisi dahi yok.

Peki, ebeveynlerimiz ve bizlerin arasındaki bu jenerasyon farkını ortaya çıkaran bir reklam yapın dersek, nasıl bir yol izlerdiniz? Bunun cevabını en güzel veren markalardan biri, Tadım.



Bu lezzetli ve keyifli son paylaşımımla beraber, her birinize ayrı ayrı mutlu, huzurlu ve bol neşeli bir gün diliyorum. :)

Sevgiyle kalın,
Nihan.